20. Yüzyılda Bir Yabancı: H.P. Lovecraft

H.P. Lovecraft’ın The Outsider adlı hikâyesi, yalnızlık ve izolasyon travmasını; gotik bir şato, güvenilmez ve isimsiz bir anlatıcı ile örülmüş tekinsiz bir atmosfer eşliğinde işler. Anlatıcı, hikâyenin başında lahit benzeri bir odada uyanır ve yukarıya doğru tırmanmaya başlar. Yükseldikçe ışık gözlerini acıtır; nihayetinde ise kendi çarpıtılmış gerçekliğiyle yüzleşir. Yazarın kendi yaşamından da izler barındıran bu hikâyede Lovecraft, okura Jungiyen bir bakış açısıyla değerlendirilebilecek bir öz keşif öyküsü sunarken, bir yandan modernizmin beraberinde getirdiği anlamsızlık ve çöküş temalarını işler.
H.P. Lovecraft

Modern Korkunun Mucidi: H.P. Lovecraft

İnsanlığın en eski ve en güçlü duygusu korkudur; en eski ve en güçlü korku ise bilinmezliğin korkusudur.

H.P. Lovecraft

Bu sözün H.P. Lovecraft’ın bütün edebi dünyasını özetlediğini söylesek pek de yanılmış sayılmayız. Hikayelerinde okurunu, deliliğin ve akıl sağlığının arasındaki ince eşikte gezdiren Lovecraft oldukça kısa süren yazarlık ömrü süresince doğaüstü korku edebiyatında kendine neredeyse başka hiçbir korku yazarının elde edemediği kadar büyük bir alan yarattı. Lovecraft edebiyatı hiçbir zaman bir eğlence aracı olarak görmedi, bu yüzden kitleleri eğlendirme amacıyla yazmadı. Geçimini çoğunlukla dönemin popüler yazarlarının metinlerini düzenleyerek, editörlük yaparak ve aile mirasından kalan küçük gelirlerle sağladı. Lovecraft’ın mükemmeliyetçi yapısı, belki de en başarılı öykülerinden bile memnun olmamasına yol açtı; ömrünün sonuna dek yazmaktan vazgeçmeyen Lovecraft, kendisi gibi 1920’lerin Amerikalı Weird Tales (ing. Tuhaf kurgu) yazarları ve küçük bir hayran kitlesi dışında tanınmayan bir yazar olarak hayata gözlerini yumdu. Fakat bugün, korku sinemasından müzik dünyasına, çizgi romanlardan video oyunlarına kadar popüler kültürün neredeyse her öğesinde onun eserlerinden izler görmek mümkün.

H.P. Lovecraft
H.P. Lovecraft

H.P. Lovecraft’ın yaşamı, ne yazık ki çocukluk döneminden itibaren yalnızlık ve kayıplarla şekillenmişti. Henüz üç yaşındayken babasını kaybeden Lovecraft, oldukça korumacı, hastalıklarla boğuşan ve sosyal hayattan izole olan annesi Susie tarafından büyütüldü. Fiziksel rahatsızlıkları ve annesi tarafından garip karşılanan görünüşü dolayısıyla Lovecraft, örgün eğitimden ve yaşıtlarından uzak kalarak büyüdü. Çocukluğunun büyük kısmını, dedesinden ona miras kalmış olan kütüphanesinde “dış dünyadan kopuk” diyebileceğimiz bir şekilde geçirdi. Henüz küçük bir çocukken bile Lovecraft, o geniş ve kasvetli odalarda, antika kitapların arasında tek başına saatlerini harcıyordu. Kendi kendini eğitmiş biri olan Lovecraft, dünyaya dair bildiği her şeyi bu kitaplardan, herhangi bir öğretmenin yönlendirmesi olmadan öğrendi. Bu durum ise, onun olağanüstü entelektüel donanımına ve elbette nihai izolasyonuna yol açtı.

The Outsider: Otobiyografik Bir Perspektif

Ne bahtsızdır o kişi ki çocukluk anılarında sadece korku ve hüzün bulur! Ne perişan haldedir o kişi ki çıldırtıcı antik kitap raflarıyla dolu, koyu renk perdeli büyük ve kasvetli odasında yapayalnız geçirdiği saatler boyunca omzunun üzerinden geriye bakar ya da saatler saati huşu içinde, yukarılardaki çarpık çurpuk dallarını sessizce sallayan, sarmaşık bürümüş, tuhaf, dev ağaçlardan alacakaranlık bir koruyu gözetler.

Lovecraft’ın The Outsider hikâyesi, zamandan ve mekândan soyutlanmış bir anlatıcının bakış açısından ilerler. Hikâyenin başında anlatıcı, örümcek ağları ve çürümüş eşyalarla bezeli lahit benzeri bir yeraltı kalesinde uyanır. En ufak bir ses veya ışık kaynağından bile yoksun olan bu figür sayesinde Lovecraft, daha ilk satırlardan itibaren öykünün her yerini çevreleyen izolasyon temasını somutlaştırır. Bu tecrit atmosferi, Lovecraft’ın kendi yaşamıyla da paralellik gösterir; öyle ki, çocukluk döneminde geçirdiği kronik hastalıklar ve yaşıtlarından uzak büyütülmesi, yazarın sadece kendi iç dünyasında var olmasına ve dış dünyaya karşı bir tiksinti duymasına yol açmıştır.

Hikâye ilerledikçe anlatıcı, bulunduğu mezar benzeri yapıdan yukarıya doğru tırmanmaya başlar ve nihayet bir kapağı kaldırdığı zaman yeryüzüne eriştiğini fark eder. Uzaklarda bir kara kule ve eski bir kilise gören anlatıcı, ilerledikçe buranın pencerelerinden kahkaha atan insan sesleri duyar ve içeride bir şenlik olduğunu anlar. İlginçtir ki, burada gördüklerini şöyle tasvir eder: 

İnsanı deli edecek kadar tanıdık, ama yine de benim için şaşılacak denli yabancı görüntülerle dolu, sarmaşık bürümüş, eski şatoya varmak iki saatten fazla zamanımı almış olmalıydı

H.P. Lovecraft, 270

Yine aynı şekilde şatoya girdiğinde insanları da tanıdık bulur: 

Yüzlerden bazılarında, inanılmaz derecede uzak anıları canlandıran ifadeler varken, bazıları tam anlamıyla bana yabancıydı.

H.P. Lovecraft, 270

Tüm bunlar, ilginç bir şekilde Sigmund Freud’un tekinsiz (Unheimlich) kavramıyla da paralellik gösterir. Belki de anlatıcı, daha önce bu civarda yaşamış, insanlarla konuşmuş biridir; ancak ölüp geri uyanmıştır ve önceki hayatında görmüş olduğu şeyler ona garip bir şekilde tanıdık gelmektedir.

The Outsider - H.P. Lovecraft

Hikâyenin doruk noktası, anlatıcının kilisedeki şenliğe girmesiyle yaşanır. Şenlikteki insanlar korku ve panik içinde etrafa kaçışırlarken Lovecraft, sahneyi sanki anlatıcı da başka bir korkunç figür, başka bir yaratık görüyormuş gibi tasvir eder, anlatıcı ne olup bittiğinin farkına varamaz. Anlatıcının kendi kabul edilemez durumuna dair farkındalığı gecikmiştir. Bu farkına varamayış, anlatıcının kendi suretini bir cam yüzeyde gördüğü anda son bulur. Bu noktada H.P. Lovecraft, okuyucuyu anlatıcının kendini keşfettiği son ana kadar bir bilinmezlikle baş başa bırakır.

Unutuş merhemi beni sakinleştirmiş olsa da bu yüzyılda ve hâlâ insan olan yaratıklar arasında bir yabancı olduğumu her zaman biliyorum. Bunu, yaldızlı büyük çerçeve içindeki iğrenç yaratığa doğru parmaklarımı uzattığım, parmaklarımı uzatıp ötesine yol vermeyen, parlak, soğuk cam yüzeye dokunduğum o andan beri biliyorum.

Hikâye, anlatıcının bu sözleriyle birlikte noktalanır. Kendisi, ölümden geri dönmüş bir hortlak, başkalaşım geçirmiş bir insan — her ne ise — dışarıdaki dünyaya uyum sağlayamadığının, dışlandığının ve hor görüldüğünün farkındadır. Bundan sonra asla hayalini kurduğu ışığa ve sese kavuşamayacak, kendi gibi olan diğer garip varlıklarla birlikte doğada yaşayacaktır. Hikâyedeki bu izlerden, Lovecraft’ın kendi dış görünüşüyle olan problemlerini, izole yaşamını ve ırkçı, radikal düşüncelerini rahatlıkla bağdaştırabiliriz. Konuya ilintili olarak, Lovecraft’ın eserlerinin ve hayatının tanınmış bir araştırmacısı olan S.T. Joshi, bu hikâyede Lovecraft’ın hayatı boyunca müzdarip olduğu kimlik edinme mücadelesinin yansımalarının okunabileceğini vurgular (Joshi 7). Çünkü hikayedeki anlatıcı bir kişilik sahibi olmaktan oldukça uzaktır, kim olduğunu, neye benzediğini, nerede yaşadığını, hatta ses tonunu bile bilmemektedir.

Psikolojik Bir Okuma

The Outsider hikayesinin yapısı, Carl Gustav Jung’un analitik psikoloji anlayışıyla birebir bir şekilde örtüşür. Jacques Lacan’ın ayna evresi konsepti veya daha önce bahsettiğimiz gibi Freudiyen yaklaşımlar da eseri yorumlamak için mümkün olsa da Jung’un insan zihninin gelişimi hakkındaki düşünceleri üzerinden okunursa hikâye bambaşka bir psikolojik boyut kazanır. H.P. Lovecraft’ın hikâyeyi Jung’dan etkilenerek yazdığına dair elimizde kesin bir kanıt olmasa da hikayedeki elementler bize böyle bir bakış açısından yaklaşmak temel bir altyapı sunuyor.

Anlatıcının hikâyenin başında uyandığı yer olan yeraltı kalesi Jungiyen psikolojide kolektif bilinçaltını, yani tüm insanlar tarafından paylaşılan, sayısız “antik kitabı” ve arketipleri içerisinde barındıran sonsuz geniş, bir çeşit psişik rezervuarı temsil eder. Jung’a göre bu arketipler, milyonlarca yıl boyunca yavaşça biriken insan türünün ilkel deneyimlerini simgeleyen imgelerdir ve insan zihninde bilgeliğin deposu görevi görürler.

Yine Jung’a göre bir çocuk ilk doğduğunda, bilinci henüz beyin gelişimini etkileyen genetik faktörlerin şekillendirdiği, türdaşlarından farklı olmayan, kolektif bir külliyattan oluşur. İlk aylar hatta yıllar boyunca, bu bilinçaltı içerikler, bireyselleşme adı verilen bir süreçle yavaş yavaş palazlanır ve sağlıklı bir yetişkin zihninin bizim aşina olduğumuz psikolojik yapısını oluşturur. Bu perspektif doğrultusunda oldukça arketipik bir ego prototipi olarak görülen Anlatıcı, zamanı ölçemiyor olmasına rağmen, kalede geçirdiği “uzun yıllardan” bahsederken bu yavaş psikolojik büyümeyi kastediyor olabilir.

Platon’un Mağarası

Görsel: ©GettyImages
Görsel: ©GettyImages

Platon’un mağara alegorisinde, Platon’un tüm hayatını gölgeleri izleyerek geçirmiş mahkûmu karanlık bir mağaradan çıkarak gerçek dünyaya yani güneşe, ışığa ve hakikate ulaşır. Bu süreç cehaletten bilgiye ve nihayetinde aydınlanmaya doğru bir dönüşüm olarak yorumlanır. Platon’un mahkûmu, mağaradan çıktığında başlangıçta şaşırsa ve geri dönemeyeceğini bilse de sonunda gerçek bilgi onun üzerinde bir başkalaşıma neden olur ve gerçek mutluluğa ulaşır. 

Ancak Lovecraft’ın The Outsider adlı öyküsünde durum çok farklıdır. Her ne kadar hikayedeki anlatıcı da tıpkı Platon’un mahkûmu gibi tüm hayatını karanlık bir kuytuda ışıktan yoksun bir halde geçirmiş olsa da onun yolculuğu bir ödülle ya da aydınlanmayla değil, tam tersine büyük bir hayal kırıklığı ve dehşetle sonuçlanır. Anlatıcı kendi korkunç gerçekliğiyle yüzleşir ve artık başka biri olduğunun, toplumun geri kalanına bir yabancı olduğunun farkına varmıştır. 

Bu yönüyle Lovecraft’ın anlatıcısı, Platon’un mahkumunun çarpıtılmış bir hali gibidir. Onu bu açıdan modern insanın makineleşen dünyada yaşadığı anlam arayışının ve bu arayışın karşısına çıkan anlamsızlık, yabancılaşma ve varoluşsal bunalımın simgesi olarak yorumlayabiliriz. Bu bağlamda modern insan için gerçek bilgi, varoluşun temelini derinden sarsan, çaresizlik ve anlamsızlık dolu bir kabustan başka bir şey değildir.

Modernizm ve Çöküş 

“Materialism and Idealism: A Reflection” ve “The Materialist Today” gibi denemeler yazan Lovecraft aynı zamanda son derece başarılı bir düşünür ve filozoftu. Lovecraft Alman biyolog Ernst Haeckel’dan etkilenmişti ve kendisi de onun gibi bir materyalisti, fakat bazı açılardan tipik bir 19. yüzyıl rasyonalistiydi. Bilim ve bilimsel yönteme dair olan sarsılmaz inancı, Lovecraft’ı radikal bir modernist figür haline getirmişti.  Bu yüzden onun yazmış olduğu eserleri düşünce dünyasından bağımsız olarak yorumlamak yanlış bir yaklaşım olacaktır. 

Eski zamanların hikayelerinin, mitlerinin geleneksel inançlarının estetik güzelliğini büyük ölçüde takdir etmesine ve onlardan beslenmesine rağmen, rasyonel tarafı ve araştırmacı kimliği nedeniyle oldukça erken yaşta dini inançlarını terk etmişti. Kozmosu ve tüm varoluşu tamamen amaçsız, anlamsız ve mekanik olarak gören H.P. Lovecraft, insanın evrendeki yerini, sonsuzlukta çok küçük bir yer kaplayan önemsiz bir kaza olarak gördü. Bu sebepler dolayısıyla Lovecraft’ın yazdığı hikayelerin neredeyse hepsinin altında, bu kozmik anlamsızlığın, insan hayatının aslında ne kadar küçük ve önemsiz olduğunun yattığını söylesek pek de yanılmış sayılmayız.

Elbette, modernizmin getirdiği ve özellikle Sanayi Devrimi sonrasında makineleşen dünyada kaybolan anlamın edebiyattaki izleri Lovecraft’tan çok öncesine dayanır. Örneğin, Viktoryen dönemin şairlerinden Robert Browning’in Childe Roland to the Dark Tower Came adlı şiiri, Kara Kule ismindeki bilinmez ve anlaşılamaz bir mekâna yapılan umutsuz bir yolculuğu konu alır. Ana karakter Roland’ın yolculuk boyunca karşılaştığı tehlikeler, modern insanın içinde bulunduğu tuhaf dünyadaki yabancılaşma hissini ve çaresizliğini simgeler. Benzer bir yolculuk ve “kara kule” imgesi, ilginç bir şekilde Lovecraft’ın hikayesinde de karşımıza çıkar.

Son Söz

The Outsider - H.P. Lovecraft
The Outsider – H.P. Lovecraft

Akademik dünyada, Lovecraft’ın eserleri arasında en çok incelenen ve en yoruma açık olan kabul edilen The Outsider, tuhaflıklarla dolu bir mezarlıktan yeryüzüne doğru yapılan bir yolculuk ya da okuyucuyu sürekli bir belirsizlik içinde hapseden varoluşsal bir anlatı olarak okunabilir. Eski bir yeraltı kalesinde hapsolmuş, en ufak bir insan temasından ve sesten dahi uzak, karanlık ve ıssızlık üzerine kurulu bir hayat süren isimsiz bir anlatıcının bu trajik öyküsü, insan hayatının gölgeli koridorlarında yapılan yalnız yolculukların bir yankısı haline gelir. Hikâye, Lovecraft’ın kendi yaşamına dair benzerlikler nedeniyle hem otobiyografik bir eser olarak hem de modern insanın içerisinde hapsolduğu ve yabancılaştığı makineleşen dünyada yalnızlaşmasının bir alegorisi olarak, hem de psikolojik bir öz keşif yolculuğu olarak görülebilir.

Kaynakça:

Lovecraft, H. P. (2011). Toplu eserleri 1 (Hasan Fehmi Nemli, Çev.). Dost Kitabevi Yayınları.

Joshi, S. T. H. P. Lovecraft: A Life. Necronomicon Press, 1996.

Mosig, Dirk W. “The Four Faces of the Outsider.” In Discovering H. P. Lovecraft, edited by Darrell Schweitzer, pp. 18–41. San Bernardino, CA: The Borgo Press, 1987.

J. Jacobi’s The Psychology of C. G. Jung, Yale University Press, New Haven, 1962.

Joshi, S. T. “Lovecraft and the Outsider: An Examination of Artistic Alienation,” Weird Tales Review, 1996.

Campbell, R. W. “Narrative Strategies in Lovecraft’s Fiction,” Supernatural Literature Quarterly, 1982.

Lovecraft, H. P. “Idealism and Materialism—A Reflection.” H. P. Lovecraft Portál, 1919. 

Lovecraft, H. P. “The Materialist Today.” H. P. Lovecraft Portál, 1926.

Freud, Sigmund. “The Uncanny.” The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, vol. 17, Hogarth Press, 1955, pp. 217–256.

İlginizi Çekebilir!
İmparatorlukların Çöküşü Büyük Bir Felaket midir?