Kamera bir zamanlar bir keşif aracıydı. Görünmeyeni gösterir, zamanı durdurur, geçici olana kalıcılık yanılsaması verirdi. Fotoğraf çekme eylemi kasıtlıydı, bir duraklamaydı – bu anın, diğerlerinin dışında, saklanması gerektiğine dair bir iddiaydı. Bugün, fotoğraf makinesi artık harici bir aygıt değil, benliğin – algının yapısına gömülü – bir uzantısıdır. Fotoğraf artık gerçekliğin bir izi değil, onun bir ikamesidir. Bir gün batımı görülmek için değil, yakalanmak için vardır. Bir yemek belgelenmeden önce yenilmemelidir. Fotoğraflanmamış gerçeklik, tamamlanmamış, onaylanmamış, gerçek dışı hissettirir.
Gerçekliğin kamera tarafından fethi bütünüyle gerçekleşmiştir. Bir zamanlar özel ve geçici olan deneyim artık sergilenmek üzere çerçevelenmiş, kamusal tüketim için optimize edilmiştir. Orada olmak yeterli değildir; kişi orada olduğunu da kanıtlamalıdır. Guy Debord, The Society of the Spectacle’da, “Gösteri bir imgeler bütünü değil, imgelerin aracılık ettiği, insanlar arasındaki toplumsal bir ilişkidir,” der. Debord’un modern toplumu imgelerin insan ilişkilerini şekillendirdiği bir alan olarak eleştirmesi dijital çağda daha da geçerlidir. Fotoğraf artık yalnızca gerçekliği yansıtmakla kalmaz, onu aktif olarak yapılandırır. Fotoğraf çekme eylemi tarafsız değildir; bir olayı görüntülenmesi gereken bir şeye dönüştürerek hem anlamını hem de onunla olan ilişkimizi değiştirir. Fotoğraf makinelerinin yaygınlığı, gerçekliğin her zaman objektif için sahnelenmesini sağlayarak, deneyimi görsel belgelemeye göre ikincil hale getirir. Telefonunu kaldıran çağdaş özne, dünyayı bir dizi potansiyel görüntü olarak tarar, durmaksızın kompozisyon oluşturur. Her jest, her etkileşim, ima edilen bir izleyici içerir. Bir zamanlar bir görme aracı olan fotoğraf, bir performans aracı haline gelmiştir. Davranışı dikte eder, zaten bir imgeymiş gibi davranan bir dünya üretir.
Görüntülerin bu şekilde çoğalması algımızı derinleştirmez, köreltir. Ne kadar çok fotoğraf çekersek, o kadar az görürüz.
Yakalama dürtüsü, tıpkı hatırlama beklentisinin hatırlama ihtiyacını azaltması gibi, gözlemleme yeteneğini kesintiye uğratır. Şimdiki anı yaşanacak bir şey olarak değil, arşivlenecek, daha sonra hatırlamak yerine pikseller halinde geri getirilecek bir şey olarak tüketiriz. Şimdiki zaman, deneyimlenmek yerine, nostaljiye dönüştürülür. Sonuç, zamanın kendisinden bir yabancılaşmadır – kişi asla gerçekten bir anın içinde değildir, sadece onu sonraki yaşamı için düzenler.
Tanıklıktan Koleksiyonculuğa: Fotoğrafın İşlevindeki Değişim

Bir zamanlar kamera bir tanıklık aracıydı. Tarihi belgeler, adaletsizlikleri açığa çıkarır, aksi takdirde kaybolacak olanı korurdu. Fotoğraf çekme eylemi bir amaca yönelikti, gerçekliği zaman içinde sabitleme girişimiydi. Fotoğraf bir kanıt biçimiydi; – savaşın, acının, geçici sevincin – olmuş olanın ağırlığıyla yüklüydü. Kişisel alanda bile fotoğraf bir hürmet eylemiydi: aile albümü özenle düzenlenmiş bir arşivdi, her bir görüntü özenle seçilmiş hafızaya açılan bir portaldı. Fotoğraf çekmek görmekti; sıradan olanın önemini fark etmek, geçici olanı kabul etmekti.
Ancak fotoğraf tanıklık etme yükünden kurtuldu ve yeni bir işlev üstlendi: koleksiyon. Görüntü artık ortaya çıkardığı şey için değil, kanıtladığı şey için değerlendiriliyor. Kişi hatırlamak için değil, bir deneyimin gerçekleştiğini teyit etmek için fotoğraf çekiyor. Sahip olma mantığı, görme mantığının yerini alıyor. Modern özne, tıpkı hediyelik eşya biriktirir gibi imgeler biriktirerek dünyada hareket ediyor – her yemek, her gezi, her gökyüzü geçişi şimdiki zamana katılımın bir simgesi haline geliyor. Yine de toplama eylemi pasif değildir; algının kendisini değiştirir. Kişi sokakta basitçe yürümekle kalmaz, onu tarar, yakalanmaya değer olabilecek şeylere karşı her zaman tetikte olur, gerçekliği deneyimlemeden önce çerçeveler.
Andreas Huyssen, Twilight Memories: Marking Time in a Culture of Amnesia’da, “Geçmiş dediğimiz şey hafıza parçaları, davranışsal kalıntılar ve yeniden canlandırmalar üzerine kuruludur; asla tam bir kayıt değildir,” derken hafızanın her zaman kısmi olduğunu ve yorumla şekillendiğini savunur. Bu denklemde fotoğrafın işlevindeki değişimin sonuçları vardır. Bir zamanlar hafızaya bağlı olan fotoğraf, artık hafızanın yerini almaktadır. Her şeyin kaydedildiği bir çağda, zihin hatırlama sorumluluğundan kurtulur. Görüntülerin birikmesi geçmişle olan bağımızı derinleştirmez, aksine içini boşaltır – her an eşit derecede korunmuş, eşit derecede ağırlıksızdır. Aşırı belgelenmiş hayat garip bir şekilde yok olur, sahibi her zaman yarı uzakta, şu anda olanın daha sonra kendini kanıtlayabilmesini sağlamakla meşguldür. Hal böyleyken kendi varoluşumuzun küratörleri haline geliriz, geçmişe tutunmak için değil, çoktan uzaklaşmış bir şimdiki zamanı inşa etmek için görsel bir kayıt oluştururuz.
Deneyim Olarak Görüntü: Şimdinin Yerinden Edilmesi
Bir şeyi fotoğraflamak, paradoksal olarak, ondan uzaklaşmaktır. Göz, bir olayın bütünlüğünü özümsemek yerine, onu kompozisyonlara, açılara, ışık ayarlamalarına böler. Bir an basitçe yaşanmaz, fotografik potansiyeli açısından değerlendirilir. Belgeleme dürtüsü, algılama içgüdüsünün önüne geçer. Bir konserde kollar önce telefonları kaldırır, sahneye teslim olmak yerine onu çerçeveler. Akşam yemeğinde çatal bıçak sesinden önce bir telefonun dijital deklanşör sesi duyulur, böylece yemek tüketilmeden önce bir görüntü olarak var olur. Bir kameranın varlığı – daha doğrusu kaçınılmazlığı – deneyimin kendisini yeniden yapılandırır, hayatı kendi belgelemesinin başlangıcına dönüştürür. John Berger, Ways of Seeing’de söylediğiyle kast ettiği budur.
Gerçeklik giderek daha çok kameraların bize gösterdiğine benzemeye başladı.
Bu yer değiştirme ince ama derindir. Fotoğraf bir zamanlar geçmişin bir izi olarak işlev görürken, günümüzde özne ile bugün arasında bir filtre görevi görmektedir. Bir görüntü çekildiği anda, o ana ait olmaktan çıkar ve bunun yerine gecikmeli bir varoluşa girer – saklanır, paylaşılır, onu çeken kişi tarafından gerçekten kaydedilmeden önce başkaları tarafından görülür. Sosyal medya bu yabancılaşmayı yoğunlaştırır. Deneyim paylaşılana, beğenilene, onaylanana kadar gerçek hissettirmez. Kişi okyanusta yüzmez ama yüzüyormuş gibi görünür; kişi seyahat etmez ama seyahat sahneler. Görüntü deneyim haline gelir ve deneyimin kendisi kendi yeniden üretimi için bir hammaddeye indirgenir.

Bu alışverişte kaybolan nedir? Derinlik, samimiyet, şimdinin tekrarlanamaz dokusu. Sadece fotoğrafı çekilmek için yaşanan bir an, çoktan terk edilmiş bir andır. Şimdiki zaman, organik olarak ortaya çıkmak yerine, önceden nostaljiye dönüştürülür, anlık mevcudiyetten ziyade gelecekteki hatırlama için biçimlendirilir. O halde çağdaş özne tuhaf bir çıkmazın içindedir: imgelerle her zamankinden daha fazla kuşatılmış, ama yine de onların tasvir ettiği dünyadan daha fazla uzaklaşmıştır. Fotoğrafın muhafaza etme, bir şeyi kalıcı kılma vaadi kendi kendini tersine çevirmiştir. Her anı elinde tutmaya çalışan birey, hepsini daha ulaşılmaz hale getirmiş olur.
Derinliği Olmayan Hafıza: Tarihçi Olarak Algoritma
Hafıza bir zamanlar bir seçme, damıtma süreciydi. Deneyimin kenarlarını yumuşatır, önemsiz olanı siler, anlamlı olanı derinleştirirdi. Hatırlamak yeniden inşa etmek, geçmişi anlamlı bir şeye dönüştürmek demekti. Hafızanın yeniden yorumlama ve unutma gibi aktif bir süreç olduğunu savunan Bernard Stiegler, Technics and Time’da şu soruyu sorar: “Makineler bizim yerimize hatırladığında, hala bir geçmişimiz var mı?” Dijital arşivler, hafızanın doğal işlevinin yerine mekanik hatırlamayı koyarak, artık anlam taşımayan görüntüleri gelişigüzel bir şekilde yeniden ortaya çıkarmaktadır. Algoritma tarafından yönetilen dijital arşivin bir takdir yetkisi yoktur. Ayrım gözetmeksizin depolar, her anı aynı ağırlıkta, aynı dolaysızlıkla sunar. Geçmiş artık geri çekilmez; rastgele yeniden ortaya çıkar, karıştırılır ve bağlam ya da kronoloji olmaksızın şimdiki zamana yeniden yerleştirilir. Geçen yıla ait bir fotoğraf sanki bugün çekilmiş gibi bir akışta ortaya çıkar. Uzun zamandır unutulmuş bir an, bir uygulamanın “On This Day” özelliği tarafından anlamlı olduğu için değil, var olduğu için geri çağrılır. Sonuç, derinliği olmayan bir hafıza; hatırlama olarak değil, yeniden ortaya çıkan görüntülerden oluşan sonsuz bir döngü olarak kalan bir geçmiştir.
Hafızanın bu şekilde mekanikleştirilmesi zamanla olan ilişkimizi bozar. Algoritma özlemi, nostaljiyi ya da anıları değerli kılan nazik erozyonu anlamaz. Unutmaya izin vermediği gibi hakiki hatırlamaya da izin vermez. Bunun yerine, hatırlamayı otomatikleştirerek, geçmişi hatırlayan öznenin ihtiyaçları doğrultusunda değil, etkileşim metriklerinin mantığı tarafından dikte edilen parçalar halinde sunar. Bir an, biz onu aradığımız için bize geri dönmez; sistem onu ilgili bulduğu için, dikkati sürdürmek üzere programlandığı için geri döner. Geçmiş artık kendi şartlarımızla ziyaret ettiğimiz bir şey değildir; zamanı farklılaşmamış, her daim mevcut bir şimdi olarak düzleştirerek beklenmedik bir şekilde geri gelir.
Ancak her şeyi hatırlamak hiçbir şeyi hatırlamamaktır. Her an eşit güçle geri getirildiğinde, anlam kaybolur. Algoritma bir tarih değil, bir birikim yaratır – hepsi dikkat çekmek için yarışan, hiçbirinin anlam kazanmasına izin verilmeyen, bunaltıcı, süzgeçten geçirilmemiş bir görüntü yığını. Bu şekilde, hafıza özel, içsel bir eylem olmaktan çıkar ve dışsal, yönetilen bir şey haline gelir. Artık kendi geçmişimizin yazarları değil; onun yeniden ortaya çıkışının pasif alıcılarıyızdır. Ve bu yazarlıktan vazgeçerek, sadece tarihle olan bağımızı değil, aynı zamanda bugünü anlama yeteneğimizi de kaybettik – geçmişin asla geçmiş olmadığı ve geleceğin asla gelmediği sonsuz bir şimdide hapsolduk.
Fotoğrafın Demokratikleşmesi ve Vizyon Kaybı
Bir zamanlar fotoğrafçılık bir ayırt etme eylemiydi. Fotoğraf çekmek bir niyetti, neyin yakalanmaya değer olduğuna dair bir seçim gerektiriyordu. Filmin pahalılığı, bir rulonun sınırları, deklanşöre basmakla sonucu görmek arasındaki gecikme – hepsi bir tür disiplin dayatıyordu. Bir fotoğraf basitçe çekilmez, yapılır ve yapılırken görüş keskinleştirilirdi. Fotoğrafçı sıradan olanda bir anlam, sıradan olanı önemli bir şeye dönüştüren bir görme biçimi arardı. Fotoğraf makinesi, sanatçının ya da belgeselcinin elinde sadece gerçekliği kaydetmekle kalmaz, onu ortaya çıkarırdı. Ancak dijital çağ kıtlığı ortadan kaldırdı. Görüntüler artık sonsuz, zahmetsizce üretiliyor, düşünülmeden atılıyor. Fotoğraf çekme eylemi artık algıyı rafine etmiyor; köreltiyor.
Fotoğrafın demokratikleşmesi vizyonu özgürleştirmek, imgenin gücünü herkesin ellerine teslim etmek anlamına geliyordu. Bunun yerine, dünyayı o kadar çok görüntüyle doldurdu ki hiçbiri bir anlam ifade edemez oldu. Üretim kolaylığı ifadeyi yüceltmedi; etkisizleştirdi. Her şeyin fotoğrafı çekildiğinde, hiçbir şey gerçekten görülmez. Her gün yüklenen milyarlarca görüntü – yüzler, yemekler, gün batımları, gökyüzüne kaldırılan eller – ayırt edilemez bir kütleye karışır, sürekli gözümüzün önünden geçer ve asla üzerinde düşünülecek kadar uzun süre durmaz. Bir zamanlar seçme sanatı olan şey artık bir refleks içgüdüsü haline gelir. Boris Groys, Going Public’de, “Herkes bir sanatçıdır. Ama herkes sanatçı olduğunda, herkes sanatçı mıdır?” diye sorarken sanatsal demokratikleşmenin paradoksunu eleştirir: sanat yaratma yeteneği evrenselleştikçe, neyin yaratılmaya değer olduğunu ayırt etme yeteneği azalır. Fotoğrafçılık da benzer bir dönüşüm geçirmiştir. Kamera, “Hatırlamaya değer ne var?” diye sormak yerine, “Ne olur ne olmaz, her şeyi çek,” diye ısrar eder. Bu aşırılıkta, fotoğrafın izole etmedeki, görünür kılmadaki, görmedeki amacı çözülür.
Her şeyin fotoğrafının çekildiği bir dünya, hiçbir şeye dikkatle bakılmayan bir dünyadır.
Bir zamanlar gerçeğin bir parçası olan görüntü, artık arka plan gürültüsü, varoluşun görsel bir yan ürünü olarak işlev görmektedir. Fotoğrafın demokratikleşmesinin en büyük ironisi, daha fazla insana görme yetisi değil, başka bir yere bakma yetisi kazandırmış olmasıdır. Her zaman mevcut olan kamera, dikkat ihtiyacını ortadan kaldırır. Doğrudan deneyimin yerine onun bir görüntüsünü, belleğin yerine de veriyi koyar. Geçmişte fotoğraf gizli olanı açığa çıkarırdı. Bugün ise fazlasıyla gizliyor.
Ne kadar çok kaydedersek o kadar az görüyoruz ve bu sonsuz yakalama eyleminde dünyanın kendisi görünmez hale geliyor.
Kapatırken: Sonsuz Hatırlamanın Bedeli

Fotoğrafın vaadi her zaman sadece bir korumaydı – aksi takdirde kaybolacak olanı elde tutma becerisi vardı. Ancak hiçbir şeyin solmasına izin verilmeyen, her anın aynı mekanik hassasiyetle korunduğu bir çağda, hafızanın doğası bozuldu. Geçmiş artık yarı hatırlanan, özlem ve unutkanlıkla şekillenen bir şey olarak kalmıyor; mesafeden sıyrılmış, tanınmayı talep eden doğal olmayan bir netlikle geri dönüyor. Yine de bu sonsuz hatırlama deneyimi zenginleştirmez, onu azaltır. Her şey kaydedildiğinde, hiçbir şeye değer verilmez. Görüntülerin bolluğu yaşamla olan bağımızı derinleştirmez; yaşamı ayırt edilemez hale getirir, hiçbir anın diğerinden daha fazla ağırlık taşımadığı geniş ve farklılaşmamış bir arşiv haline getirir.
Durmak bilmeyen bir belgeleme dünyasında yaşamak, sürekli bir erteleme durumunda var olmak demektir. Şimdiki zaman artık hissedilmiyor, biçimlendiriliyor, içerik olarak tüketileceği bir gelecek için yakalanıyor. Ne kendi algımıza güveniyoruz ne de hafızanın kırılganlığının zaman algımızı şekillendirmesine izin veriyoruz. Bunun yerine, geçmişimizi makinelere devrediyor, algoritmaların hangi anların bize geri döneceğini, hangi yüzlerin ve yerlerin yeniden ortaya çıkacağını, hayatlarımızın hangi versiyonlarını hatırlamamız gerektiğini dikte etmesine izin veriyoruz. Bunu yaparken, temel bir şeyden vazgeçiyoruz: kendi geçmişimizi yorumlama, unutmanın sessiz dönüşüm işini yapmasına izin verme yeteneği. Oysa hafızanın gelgitleri ve akışı olmadan, deneyimin gerekli aşınması olmadan, anlamlandırılamayacak kadar yakın, çok eksiksiz ve çok ezici bir geçmişe hapsoluruz.
Mükemmel hatırlama arayışında kaybedilen şey sadece hafızanın derinliği değil, aynı zamanda yaşamanın derinliğidir. Susan Sontag, On Photography’de “Kamera herkesi başkalarının gerçekliğinde ve nihayetinde kendi gerçekliğinde bir turist yapar,” derken buna işaret eder. Oysa bir şeyi belgeleme zorunluluğu olmadan deneyimlemek, onun tamamen şimdiki zamana ait olmasına izin vermektir. Bir anın kanıt olmadan geçip gitmesine izin vermek, onun öneminin başkaları tarafından görülebilirliğine bağlı olmadığına güvenmektir. Fotoğraf bir zamanlar bize önemli olana tutunma gücü veriyordu. Şimdi ise anların anlamını tamamen ortadan kaldırmakla tehdit ediyor; mevcudiyetin yerine sahip olmayı, deneyimin yerine birikimi koyuyor. Sonsuz hatırlamanın bedeli, sonunda hiçbir şeyin gerçekten hatırlanmamasına karşılık geliyor; bu senaryoda yalnızca saklanıyor, sonsuza dek yeniden ortaya çıkıyor, asla tam olarak canlı olmuyor.
Kapak Fotoğrafı: Group with camera seated on Maiden’s Cliff – Theresa Babb, October 1899
Referanslar:
Guy Debord, The Society of the Spectacle (Bureau of Public Secrets, 2014)
Andreas Huyssen, Twilight Memories: Marking Time in a Culture of Amnesia (Routledge, 1997)
John Berger, Ways of Seeing (Penguin Books, 1977)
Bernard Stiegler, Technics and Time (Stanford University Press, 1998)
Boris Groys, Going Public (Stenberg Press, 2010)
Susan Sontag, On Photography (Rosetta Books, 2005)