Paranormal araştırmacı olarak bilinen Fiona Broome, bir gün katıldığı bir konferansta, esasında 1990’da hapisten çıkan ve 2013 yılında vefat eden Nelson Mandela’nın 1980’lerde hapiste öldüğünü söyleyiverdi.Broome bu inancında yalnız değildi. Mandela’nın 80’lerdeki ölümünü haberlerde izlediğini, hatta eşinin konuşmasını dinlediğini, cenazeyi hatırladığını söyleyerek olmayan bir gerçeklik hakkında detay verenler bile vardı.
Peki bu sahte geçmiş nereden geliyordu? Bu kolektif yanılsama yalnızca bir hafıza hatası mıydı, yoksa daha derin bir şeyin, belki de gerçekliğin çatırdayan yüzeyinin bir belirtisi miydi?
Aslında hiç kimse hiçbir şeyi gerçekten bilmiyor. Her şey ya ödünç ya da emanet.”
Ian McEwan, Saturday
Yanılgının Arşivi
Fiona Broome’un zihninde kıvılcımlanan şüphe, zamanla bir dijital belleğe evrildi. Mandela’nın sözde erken ölümünü hatırlayanların sayısı arttıkça, Broome insan hafızasının kırılganlığına dair online bir platform kurdu: MandelaEffect.com. Bu site, ortak bir halüsinasyonun kolektif günlüğü gibiydi. 2010’dan 2018’e kadar binlerce insan, farklı zamanlardan ve coğrafyalardan benzer yanılgılarını aktardı.
Ancak elbette gerçekliğin sorgulandığı yerler, daima huzursuzluk yaratır. Site, zamanla tartışmaların merkezi haline geldi. Komplo teorileriyle büyüyen yankı odası, siber saldırılarla çalkalandı. Sonunda Broome, bu dijital hafıza defterini kapattı. 2018’de site sustu ama yankısı kesilmedi.
Mandela etkisi, artık bir internet fenomeninden fazlasıydı. 2019’da beyaz perdeye taşındı. Bu sırada Broome, platforma bırakılan binlerce yorumu 15 kitaplık bir seriye dönüştürdü. Hafızanın bu kırılgan oyunu, artık kültürel belleğin bir parçasıydı.

Gerçeklikteki Çatlaklar
Mandela etkisi, bazılarınca bilimsel sınırların ötesine taşınır. Paralel evrenlere, zaman kırılmalarına, alternatif geçmişlere… Ancak bilim, bu tuhaf kolektif yanılgıyı daha sade fakat daha sarsıcı bir yere oturtur: insan hafızasına.
Hafıza alanındaki öncü çalışmalarıyla tanınan bilim insanı Frederick Bartlett hafızanın bir kayıt cihazı olmadığını söylüyordu. Zihnin deneyimlerle hafızayı şekillendirdiği ve anıları yeniden yapılandırdığı üzerinde duruyordu.
Zihin, geçmişi bir kayıt cihazı gibi değil; bir hikâye anlatıcısı gibi hatırlar. Hafıza, sabit ve değişmez değil; aksine, esnek, yorumlanabilir ve dış etkilere açık bir süreçtir. Bellek, yaşananları tam haliyle değil, çoğu zaman eksik parçalarla saklar. Bu eksik parçaları da çevresel verilerle, medya imgeleriyle, toplumsal anlatılarla ya da sadece tahminlerle tamamlar.
İşte tam bu noktada Mandela etkisi devreye girer. Zihin, boşlukları fark etmeden doldurur. Bir bilgiye ulaşamadığında, anlamlı bir bütün oluşturmak için hatırladığını sandığı görüntüler üretir. Bu üretim süreci bireysel olduğu kadar kolektiftir de. Toplumun ortak anlatıları, bazen bir halkın tamamını aynı hayalin içine çeker. Hafızanın kusuru, gerçeğin yerini alır ve hiç kimse, o an bunun farkına varmaz.

Tıpkı Casablanca filminde “Play it again, Sam” repliğinin hiç geçmemesi gibi. (Halbuki bu repliğin o filmde olduğuna yemin edebilecek geniş kitleler vardır, değil mi?)
Hafıza, geçmişin bir kopyası değil; onun yeniden inşasıdır.
Danıel L. Schacter
Kelimelerin Gerçekliği Eğip Bükme Gücü
Toplumsal düzlemde şekillenen bu yanılsamaların temelinde, bireysel hafızanın ne denli yönlendirilebilir olduğu gerçeği yatıyor. Tam da bu noktada, insan zihninin ne kadar kolay biçimlenebildiğini ortaya koyan deneysel çalışmalar devreye giriyor.
Sahte anı çalışmalarıyla tanınan Dr. Elizabeth Loftus araba kazası deneyi ile hafızanın ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Elizabeth Loftus ve John Palmer’in 1974 yılında gerçekleştirdiği deneyde, bir grup katılımcıya yarım dakikadan az süren araba kazası videosu izletiyor ve sonrasında katılımcılardan görgü tanığı gibi izledikleri olayda neler olduğunu anlatmalarını istiyor. Ardından kaza yapan araçların hızlarını tahmin etmeleri isteniyor.
Aynı hızda çarpışan araçlar, aynı görüntüler, aynı sonuç. Sadece katılımcılara sorulan sorularda fiiller değiştiriliyor. “Arabalar çarpıştığında ne kadar hızlıydılar?” ya da “Arabalar birbirine dokunduğunda ya da temas ettiğinde hızları ne kadardı?” sorusu gibi. Soru sorarken tercih edilen farklı fiiller tek başına, bellek üzerinde büyük bir yarık açıyor. Aynı videoyu izleyen katılımcılar, yalnızca tek bir kelimenin gücüne göre farklı cevaplar veriyor. “Çarpışma” gibi güçlü kelimeler, zihinlerde daha yüksek hızlarla eşleştiriliyor. “Temas” ya da “dokunma” gibi yumuşak ifadelerse hızın düşük olduğu izlenimini doğuruyor. Kullandıkları kelime ne kadar güçlü bir çarpmayı niteliyorsa verilen hız ortalaması o kadar yüksek oluyor.
Deney açıkça gösteriyor ki, hafıza, olayın kendisine değil, ona hangi kelimeyle yaklaşıldığına bağlı olarak yeniden yapılanıyor. Aynı olaya tanıklık eden zihinler, sorulan sorunun biçimine göre birbirinden bütünüyle kopuk gerçeklikler inşa edebiliyor. Hafıza, gerçeği saklamak yerine, sorunun içinde gizlenen anlamlara göre yeniden kurguluyor.
Kolektif Hafızanın Sınavı
Dr. Chloe Wall, “Beni (Benden) Bilmek, Seni (Senden) Bilmek: Bellek ve Tanıklık Üzerine Denemeler (Knowing (From) Me, Knowing (From) You: Essays on Memory and Testimony)” adlı makalesinde Mandela etkisini kolektif bir hafıza hatası örneği olarak tanımlıyor. Ona göre bu tür sahte anıların oluşumunda yalnızca hafızanın değil, tanıklığın da yapıcı doğası belirleyici oluyor. Wall, bireysel hafızanın olduğu kadar, toplumsal anlatının da gerçeği çarpıtabileceğini ve bu çarpıtmanın zamanla kolektif bir hakikat gibi kabul edilebileceğini ileri sürüyor.
İnternet ve sosyal medya, bilgiye erişimi kolaylaştırırken, yanlış bilgilerin de hızla yayılmasına zemin hazırlıyor. Sürekli maruz kalınan yanlış bilgiler ise zamanla doğru kabul edilerek kolektif hafızalardaki kalıcı yerini alıyor. Tekrarın gücüyle, asılsız bilgiler zihinlerde gerçeğin yerine geçiyor.
Örneğin, sosyal medyada ünlü kişilerin öldüğüne dair asılsız haberler ortaya çıkıyor. Başlangıçta bir şaka veya trolleme amacıyla yayılan bu tür haberler, zamanla geniş kitlelerce gerçekmiş gibi algılanıyor. İnsanlar, bu olayları desteklemek için sahte gazete kupürleri veya montajlanmış fotoğraflar paylaşarak, yanlış anıların pekişmesine neden oluyor.
Bu durum güncel olaylara da nüfuz ediyor. Toplumsal hafıza, artık yalnızca neyin yaşandığıyla değil, kimin ne söylediğiyle, hangi mecradan yayıldığıyla ve hangi sıklıkla tekrarlandığıyla biçimleniyor. Aynı olaya tanık olan farklı kesimler, bambaşka hakikatler yaratabiliyor. Bu farklılık, adalet ve hukuk gibi en temel insan hakları mevzu bahis olduğunda bile kendini gösteriyor. Olaylar yaşandığında değil, anlatıldığında şekilleniyor. Anlatı, gerçeği bastırabiliyor.
Örneğin bir tutuklama, sadece hukuki bir karar değil; aynı zamanda güçlü bir anlatının başlangıcı olabiliyor! Bu anlatı kimi zaman kurgulanıyor, yönlendiriliyor ya da bastırılıyor. Ardından gelen çağrılar bastırılıyor, itirazlar susturuluyor ve en sonunda bu itirazların varlığına bile tahammül edilemeyen bir düzen kuruluyor.
İnsanlar gözüyle gördüklerini bile tartışır hâle geliyor. Unutulmamalıdır ki, insanların tanık olduklarını sandıkları şey, belki de sadece gösterilmesine izin verilen kadardır. Belki de bazı gerçekler, kolektif hafızadan bile önce, bilinçli bir unutuşla silinmek istenmektedir. İşte bu yüzden, bilgi çağında yaşarken maruz kalınan bilgilerin doğruluğunu sorgulamak, sadece entelektüel bir çaba olmanın ötesinde, adaletin, hukukun, hakikatin ve toplumun vicdanının korunması için de elzemdir. Bazen, en büyük tehlike gerçekliğin çarpıtılması değil, onun yerini alacak sahte bir hakikatin hep birlikte hatırlanmasıdır.
Geçmiş silindi, silinme unutuldu, yalan gerçeğe dönüştü.
George Orwell
Yapay Zekâ Çağında Gerçeğin Taklidi
70’lerde Loftus’un ortaya koyduğu deney, yalnızca hafızanın kırılganlığını değil, aynı zamanda zihnin ne kadar kolay şekillenebildiğini göstermişti. O gün, tek bir kelimeyle değişen algılar vardı. Bugünse artık hatırlanacak kelimeleri söyleyecek bir insan bile gerekmiyor. Yapay zekâ, sahnenin arkasında yeni bir oyuncu değil; artık sahnenin kendisi. Deepfake teknolojileriyle üretilen videolar, taklit sesler, hiç yaşanmamış olayları belgeleyen sahte görüntüler… Bellek, dışarıdan gelen sinyallere göre biçimlenen bir sistemse, bu yeni görsel ve işitsel illüzyonların etkisi altında nasıl bir gerçeklik kurulacak?

21. yüzyılın zihni, geçmişe oranla daha fazla veriyle, daha fazla görselle, daha fazla anlatıyla kuşatılmış durumda ve bu kuşatma, gerçeği korumak yerine, onu yeniden yazmaya odaklı.
Geçtiğimiz günlerde, önemli bir siyasetçinin sağlık durumuna dair ortalığı saran belirsizlik, bu meselenin ne kadar güncel ve yakıcı olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Kamuoyunda, bu kişinin hayatını kaybettiği ancak bu bilginin gizlendiği yönünde iddialar dolaşıma girdi. Bu süreçte bazı gazetecilere, söz konusu siyasetçiden gelen telefonlar, şaşırtıcı biçimde bu söylentileri susturmak yerine daha da derinleştirdi. Çünkü söz konusu seslerin, yapay zekâ ile üretilmiş olabileceği konuşuluyordu.
Ortaya atılan senaryolar, eskiden yalnızca komplo teorisi olarak etiketlenip kaldırılabilirdi. Ancak artık öyle değil. Yapay zekânın sağladığı görsel ve işitsel üretim gücüyle, gerçeğin yerini alabilecek yeni “kanıtlar” yaratmak mümkün. Bu nedenle, zihnin gerçekle yalanı ayırt edemeyeceği bir dünya artık yalnızca kurgusal bir distopya değil, oldukça mümkün bir gelecek. Belki de çoktan içinde olduğumuz.
Hakikat, daha önce hiç bu kadar kolay taklit edilmemişti. Gerçeğin sesi ile uydurmanın sesi arasında fark kalmadığında, zihin hangi yankıya güvenecek?
İçinde yaşadığımız çağ, gerçeği unutturmaktan fazlasını yapıyor: onu yeniden icat ediyor.