Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Bir Bozkır Düşü: Mehmet Siyah Kalem ve Demonları 

Yarım yüzyıldan uzun bir süre önce, bulunduğumuz toprakların oldukça doğusunda, Tacikistan’ın muhtemelen unutulmuş bir yerinde bir öğrenciye, şimdiye değin bildiği hayvanlar sorulduğunda, cevabı “kurt, ayı, tilki, tavşan ve adzhina” olmuştu. Sonuncusu vahşi insan, bir nevi “yabani” anlamına gelen bu cevap elbette ki beklenmedik ve şaşırtıcı görünebilir. Ama gerçekten öyle miydi? 

Johannes Schiltberger, Orta Asya’daki vahşi insanlar hakkında rapor veren ilk Batılı olarak kabul edilir. 1396 yılında Niğbolu Muharebesi’nde esir alınan ​​ve daha sonra birkaç Türk ve Moğol şefine köle asker olarak hizmet eden Schiltberger, Orta Asya’daki yolculuğu sırasında büyük dağlardan geçerken, dağlarda vahşi hayvanlar gibi dolaşan “yabaniler” hakkında aldığı bilgileri, daha sonra bizde “Tatarlar ve Türkler Arasında” olarak çevrilen seyahatnamesine taşıyacaktı. Schiltberger bu vahşileri görmemekle beraber, onların ot ve bulabildikleri her şeyi yediklerini, elleri ve yüzleri dışında vücutlarının her yerinin kürkle kaplı olduğunu yazacaktı. 

Ondan yüzyıllar sonra ise bir 18. yüzyıl bilim insanı olan Johan Peter Falck’a bir yolculuğu esnasında, günümüzde Kazakistan olarak bilinen yerdeki kuyruklu insanlardan bahsedilecekti. Falck da onları bizzat görmedi ancak diğer insanlara benzediklerini, sadece kuyruk sokumlarının daha uzun olduğunu duydu. Her ne kadar giyindiklerinde sıradan insanlardan ayırt edilemiyor olsalar da, komşuları onların büyücü olduğuna inanıp onlardan uzak duruyordu. Falck çoğu halk inancını saf batıl inanç olarak gören tipik bir 18. yüzyıl bilim insanıydı ancak yine de bilimsel amaçlar için bu sıra dışı kuyruklu insanlar hakkında bilgi topladı. Kuşkusuz, modern bilimin yeterli görmeyip güvenilmez kaynak olarak kabul edeceği bu olağanüstü ve insan benzeri yaratıkların hikayeleri dikkatli bir şekilde incelenip çürütüldü. Yine de Falck ve meslektaşlarına göre, yerel halkla yapılan görüşmeler, gelenekler ve inançları gözlemlemek açısından oldukça önemliydi ve öne çıkan konulardan biri de “almas”tı.

Sabira Ståhlberg ve Ingvar Svanberg, bu konuyu ele alarak vahşi adam arketipinin izini sürdükleri “Wildmen in Central Asia” adlı makalede, almas kelimesinin kriptozoolojik literatürde genellikle hominid (insansı) bir “vahşi adam” olarak çevrilse de, kelimenin genel anlamının “şeytan, cadı” anlamına geldiğini belirtirler. Çevrenin çoğu durumda insanlar için tehlike arz eden doğaüstü güçler, iblisler ve ruhlarla dolu olduğuna inanan Moğol halkı arasında almas, genellikle küçük memelileri ve yabani bitkileri yiyip çoğunlukla geceleri dolaşan uzun boylu, tüylü ve insan benzeri bir yaratık olarak tanımlanıyordu. Almas’ın Moğol dünyasının ne kadar süredir bir parçası olduğu bilinmemekle beraber, eğer kastedilen şey iblis ise yüzyıllar öncesini işaret etmesi muhtemeldi. 18. yüzyılda ise almas, folklorik geleneklerde yaşayan bir yaratıktı. 

Anlam ve biçim olarak almas’a yakın olan bir başka kelime de şeytan, kötü ruh ve cin kelimesinden gelen albasty kelimesidir. Bazı Türk halkları arasında kötü niyetli bir iblis olarak sınıflandırılmasının yanı sıra bir tür doğaüstü kahraman olan albasty, Kuzey Kafkasya’daki aynı isme sahip “orman adamı” olarak tanımlanan “almasty” ile karşılık bulurken, Güney Sibirya’daki Teleut dilindeki almys ise tüylü insanlar” veya “kötü ruhlar” tanımına denk gelir.

Orta Asya kültürüne baktığımızda bu “vahşi adam” kavramının literatürde farklı isimlerle sıklıkla yer aldığını görüyoruz. Çeşitli kaynaklarda yüzü siyah ve maymuna benzeyen, çok güçlü ve gırtlaktan sesler çıkaran, insanları ya da atları kaçıran, tüylü bir vücuda sahip hominidlerden bahsedilir. Bu tanımlar aslında her yerdeki vahşi insanlar için kullanılan olağan bir özelliktir. Yüzyıllar öncesine dayanan, kervan efsaneleri ya da popüler iblis folkloru olarak tanımlanan bütün bu hikayeler, göçebe toplulukların ve kervan tüccarlarının rotalarını takip ederek tüm Orta Asya’ya yayılmıştır. Peki ya hepsinin kolektif kültüre işleyen belli bir arketipi işaret etmesinin sebebi nedir? 

Doğunun Gizemli Kalem Ustası

Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki belki de en değerli eserlerden biri olan “Murakka” albümleri, minyatür tarihi açısından büyük önem taşıyan materyaller içerir. Çeşitli koleksiyonların bir araya getirilmesiyle oluşturulan ve 40’tan fazla albüm bulunan bu koleksiyonda bir albüm fazlasıyla dikkat çeker. “Fatih Albümü” içerisinde yer alan ve daha ilk bakışta size esrarengiz varlıklar ile dolu tanımadığınız bir dünyanın kapılarını aralayan tuhaf bir albüm ve rulo halindeki resimlerin arkalarında gelişigüzel bir karalama: “Kâr-ı Üstad Muhammed Siyah Kalem” (Üstat Mehmet Siyah Kalem’in işi).

Sıra dışı bir şeyle karşı karşıya olduğunuzu daha bu yazıyı görür görmez anlıyorsunuz. Zira Doğu’da sanatçının kendisini üstad diye tanımlaması olağan değildir. Bu nedenle bunun sanatçının kendi imzasından ziyade resimlerin kaydı yapılırken sonradan eklenmiş bir isim olabileceği düşünülür. Bazı yorumcular üstadın gerçek adının Heratlı Muhammed Nakkaş (Muhammed Bahşi Uygur) olduğunu iddia etse de, ressamın nereli olduğu da en az ismi kadar gizemlidir. Ressam ve eserleri hakkında çok önemli bir referans kaynağı olan “Bozkır Rüzgârı Siyah Kalem” adlı kitabında Mazhar Ş. İpşiroğlu, eserlerin yüksek ihtimal Yavuz Sultan Selim’in İran seferi dönüşünde beraberinde getirdiği bir koleksiyon olduğunu belirtir. Orta Asya Türk Kültürü açısından önemli bir yere sahip olan Mehmed Siyah Kalem’in eserlerini 14. ve 15. yüzyıllarda Maveraünnehir Türkmenistan civarında yarattığı tahmin edilmektedir.

7. yüzyıldan itibaren Çin’den İran’a kadar uzanan göçmen boylarda öğretici, gerilim unsuru barındıran ve dinsel metinlerin anlatımında dinleyicilerin anlatılanları daha iyi anlayabilmeleri için rulo resimler kullanıldığı bilinmektedir. Siyah Kalem’in resim rulolarının da bu amaçla yapıldığı düşünülmekle beraber, ne yazık ki zaman içerisinde farklı parçalara ayrılan bu rulolar bütünselliğini koruyamamıştır. Dolayısıyla bu resimler bir el yazmasını ya da hikayeyi betimleyen unsurlar taşımaktansa, metinsel bir paralelliliğin olmadığı bağımsız yaratımlar gibi görünürler. Koyu renklerin ve kalın çizgilerin hakim olduğu, kağıt üzerinde boş bir zemine yerleştirilerek sınırlı bir renk yelpazesinde boyanmış oldukça hareketli figürler içeren bu resimler, göçebe bozkır toplumlarında gündelik hayatı ve kültürü belgelemeleri açısından çok kıymetlidir.

blank

Çoğunlukla demonların, canavarların, dervişlerin, şamanların, göçebelerin veya gezginlerin konu alınıp Orta Asya ve Şamanizm’e bağlı halkların temsil edildiği bu resimlerde, şamanların mücadelesi, bozkır ve göçebe hayatına ilişkin gündelik sahneler natüralist bir biçimde aktarılır. Neredeyse bozkırı çağrıştıran konumlandırılmamış bir zeminde, sanki zamansız ve mekansız bir atmosferde bir yerden diğerine gider gibi görünen göçebeler, hikayelerini de beraberlerinde götürürler. Anlattıkları aslında İpek Yolu üzerinde seyahat eden tüccarların, çeşitli göçebe ırkların, bozkırın binek hayvanlarının, şamanların danslarının ve görünenin ötesindeki dünyaya ait varlıkların hikayesidir. Siyah Kalem’in çizimlerinde, İpek Yolu sadece eşyaların değil aynı zamanda kültürel inançların ve efsanelerin de taşındığı bir güzergâhtır.

Fantastik Bir Dünyanın Demonları

Antik Yunan’da “tanrı, güç, kader” anlamlarına gelen “daimon”lar sadece iyi ya da kötü ruhlar değil, tanrılar ile insanlar arasında aracı bir konumda yer alan ilahi veya doğaüstü varlıklar olarak görülüyordu. Çoğu zaman “daimon” kişisel bir rehber veya koruyucu bir ruh olarak kabul edilir, bireyin hayatıyla yakından bağlantılı olurdu. Örneğin, Platon “daimon”u ilahi bir rehber veya iç ses olarak görürken, Aristoteles “daimon”un ilahi bir öğeye sahip ölümlü bir varlık olduğunu öne sürmüştür. 

Yunanca “daimon”dan türemiş olan “demon” terimi ise daha sonraki bir gelişmedir; Helenistik dönem ve Hristiyanlığın yükselişi ile olumsuz bir çağrışım kazanıp ayartma ve musallat olma ile ilişkilendirilen bir dönüşüme uğramıştır. Genellikle Tanrı’ya karşı düşman olan kötü niyetli bir varlık olarak tasvir edilen Hristiyan demonu, Antik Yunan “daimon”unun çok yönlü doğasıyla tezat oluşturur. Bu değişim aslında daha geniş kültürel ve dini değişimler neticesinde dünyanın giderek daha katı ve baskıcı terimlerle sınıflandırılma ihtiyacını yansıtır.

Orta Çağ ve Erken Rönesans dönemleri, insanların dinsel temalara ve doğaüstü kavramlara sıkı sıkıya inanç bağladıkları bir zaman dilimiydi. Bu inanç sisteminde önemli bir yeri olan şeytan tasvirleri ise kötülüğün, günahın ve cehennem azabının sürekli tehdidinin güçlü sembolleri olarak kabul görüyordu. Nitekim Orta Çağ İslam hayal gücünde de önemli bir yere sahip olan bu doğaüstü yaratıklara ilişkin fikirler, dîv’in sadece bir iblis değil, aynı zamanda bir dev ve hatta bazen şeytanın ta kendisi olabileceğine inanılan İslam öncesi Pers’ten ve iblislerin şekilsiz ve görünmez olduğuna inanılan Arabistan’dan miras alınmıştır. Zerdüşt inancında, kötülüğün kaynağı ve vücut bulmuş hali Ahriman’dır. Ahriman’ın yarattığı dîvler, İslam dininin şeytanlarıyla özdeşleştirilse de, dîvlerin kökeninin kötü ruhlardan veya kötülerin ruhlarının şeytana dönüşmesinden geldiğini düşünenler de vardır. Ancak cinler sadece folklorik bir inanç ya da bir mitolojinin parçası değildir. Kur’an boyunca onlardan bahsedilir ve sadece onlara ayrılan bir sure bulunmaktadır. Cinlerin, Kur’an’ı tanımadan önce de iyilerinin ve kötülerinin olduğu ve tıpkı insanlar gibi çeşitli fırka ve mezheplere ayrıldığının belirtildiği bir ayet bile vardır:

Doğrusu içimizde iyiler var, ama aramızda başka türlü olanlar da var; hâsılı biz farklı gruplardan oluşuyoruz (Cin Suresi, 11. Ayet)

Fakat Siyah Kalem’in demonlarına geri dönecek olursak burada keskin bir iyi-kötü tasviri olmadığını söyleyebiliriz. Her ne kadar demonlar pek çok kültürde bilinmeyene karşı duyulan açlığı besleyip korkunun tadını vadetseler de, bu resimlerde adeta bizi fantastik bir dünyadaki gündelik hayatlarına davet ediyorlar. Onları göçebe hayatın gündelik akışı içerisinde ağaç kesip sohbet ederken, kazan temizleyip içki içerken, müzik aleti çalıp dans ederken ya da belli şamanik ritüeller içinde görüyoruz. Tamamen insana özgü eylemleri, insansı ama bir o kadar da insandan uzak grotesk bedenleriyle gerçekleştiren bu figürlere baktığımızda kötü ruhlu canavarların izdüşümleri ile irkilmektense, neredeyse kendilerini günlük rutinlerine kaptırmış insanları izlemenin rehavetini hissederiz. İpşiroğlu bunu şöyle ifade eder:

Bu resimlere bakarken, Buddhist sanatın korku uyandıran yaratıklarının, dev ve canavar imgelerinin, Siyah Kalem’in hayalgücünü etkilemiş olduğu akla geliyor. Fakat Siyah Kalem’in demonları, büyük dinlerin ahlâk görüşüne yabancı kalan bir animist dünyanın yaratıklarıdır. Bu yüzden, onların ne Buddhizm’in koruyucu ve yıkıcı ruhlarıyla, ne de Müslümanlıkla Hristiyanlığın şeytan ve melekleriyle ortak bir yanı vardır. İyi ile kötünün ötesinde, yer-gök ikiliğini tanımayan bir düşüncenin ürünleridir bunlar. Bu grotesk fakat güçlü varlıklar, ruhlarla dolu bir dünyada gizli doğa güçlerini demonlaştıran ve bu yoldan onları bağlamaya alışan bir hayal gücünün yaratıklarıdır.

Siyah Kalem’in demonlarının bu anlaşılması güç yapısı, çoğu zaman resmedilenlerin demon mu yoksa sadece demon maskesi giymiş şamanlar mı olduğu konusunda bir soru işareti yaratır. Bu ayrımın bu kadar güç olmasının sebebi, bazı resimlerde demonların insana benzemesi ve insansı eylemler gerçekleştirmesidir. Ritüelde maske takan şaman kendi benliğinden ve kimliğinden sıyrılır, maskesini taktığı hayvanın ya da tanrının, ilahi ve kutsal olanın imgelemine bürünüp onları taklit etmek suretiyle ruhlarla ilişki kurar. İpşiroğlu’nun da ifade ettiği gibi:

Pagan insan, ruhların kutsal varlığını resim ve maskeyle saptayarak kendi gücü altına almak ister. İlkel düşünceye göre maske, dört tarafta dolaşan ve bir türlü huzur bulamayan başıboş ruhların barınağıdır; görünmeyen ruhlar maskede belirir ve görünür hale gelir. Bu yüzden maske takarak kendisini gizleyen büyücü o ruhla özdeşleşir. Artık insan gibi konuşmaz, o ruhun sesiyle çığlıklar atar. Siyah Kalem açısından, ruhla ruhu çağıran büyücü arasında kesin sınır olamazdı, sadece bir geçit olabilirdi. Nasıl ruhlar insana benziyor ve insan gibi davranıyorlarsa, Siyah Kalem’in insanları da ruhları büyülerken demon kılığına girerek onlarla özdeşleşiyorlar.

Bu noktada bu resimlere yeni bir gözle bakıldığında, aslında daha önce bahsettiğimiz tüylü vücutlu hominid “vahşi adamlara” atfedilen at kaçırma olayı, burada bir şaman ritüeli olarak da okunabilir. Demon görünümlü figürlerin at kaçırmaktan ziyade şamanlıkta önemli bir ritüel olan at kurbanı için hazırlandıkları görülebilir. Nitekim şaman ayinlerinde genellikle açık renk bir at kurban edilir ve herkese dağıtıldıktan sonra en iyi parça şamana kalır. Resimlerde kucağında beyaz bir at tutan demon figürü ile, elinde attan koparılmış büyük bir parça tutan demon figürü bu ritüeller ile uyum göstermektedir.

Grotesk Bir Bozkır Masalı

Mikhail Bakhtin’in Rabelais üzerinden, karnavalesk dünya görüşünün Orta Çağ’ın hiyerarşik düzenini nasıl alt üst ettiğini incelediği “Karnavaldan Romana” adlı eserinde, Orta Çağ gülmesinin temel öğesinin, birtakım tipik komik imgeler yoluyla insanların korkularını yenmeleri olduğu belirtilir. Rabelais’nin coşkulu mizahı, bedensel aşırılıkları ve grotesk imgeleriyle karnavalesk ruhu mükemmel bir şekilde somutlaştıran romanları, egemen yapıların geçici olarak askıya alınmasına izin vererek yıkıcı ve özgürleştirici bir deneyim sunar.

İnsanların korkunun kaynağıyla oynayıp ona güldüklerinde, korkunç olan şeyin komik bir canavara dönüştüğünü belirten Bakhtin, Hint Mucizeleri’nden örnekler vererek Hindistan’in fantastik bolluğu ve olağanüstü doğal kaynaklarının yanı sıra tamamen hayali olan fenomenlerini de anlatır ve şöyle devam eder:

Bu yaratıklar, dikkat çekici bir grotesk karaktere sahiptirler. Bunların bazıları yarı insan, yarı hayvandır: Ayak yerine toynağı olan insanlar, balık kuyruğu olan sirenler, köpekler gibi havlayan “sinukefalik”ler, satirler, onokentaurlar… Bu bir, bedenleri farklı yaratıkların parçalarından oluşan imgeler galerisidir. Bu galeride devler, cüceler ve pigmeler de vardır. Çeşitli canavarlar da bulunur: Sadece tek ayağı olan “sipedes”ler, kafası olmayıp yüzü göğsünün üstünde olan “leuman”lar, alnında tek gözü olan ya da gözleri omzunda veya sırtında olan kykloplar, altı kollu yaratıklar, burunlarından yemek yiyen varlıklar gibi. Tüm bünlar Orta Çağ’da son derece popüler olan anatomik bir fantezi yaratırlar.

Orta Çağ sanatındaki şeytani tasvirler de genellikle grotesk fiziksel özellikler ile karakterize edilirler. Sıklıkla boynuzlu, toynaklı ve kuyruklu hayvansı özelliklere sahip olarak tasvir edilen bu figürler, bir yandan şeytanın ilkel ve vahşi bir doğaya sahip olduğunu gösterirken diğer yandan da doğaüstü güçlerini ima eder. Şeytanın kötülüğünün içten gelip dış görünüşüne yansıdığının göstergesi olacak şekilde, genellikle abartılarak betimlenmiş yüzleri çirkindir, sivri dişleri, patlak gözleri ve çarpık bedenleri ile aslında insanın deforme olmuş halini ve bozulma potansiyelini yansıtır. İnsana olan bu yakınlıkları onları daha da ürkütücü hale getirir. Bu tür doğaüstü yaratıklar pek çok kültürde korkulması gereken varlıklar olarak tasvir edilse de, Siyah Kalem’in deformasyona uğramış demonları böyle hissettirmez. Her an resmin içinden fırlayıverecekmiş gibi duran figürler, tuhaf cazibeleri ile insanı adeta efsunlayarak esrarengiz ve masalsı bir dünyanın içine çeker. İpşiroğlu’nun da belirttiği üzere:

Siyah Kalem’in sanatı aslında animist bir dünya görüşünden kaynaklanıyordu. Animizm inancına göre her şeyin bir ruhu vardır ve her şey gizemli güçlerin yönetimi altındadır. Bu güçlerden arınmış nesnel dünya anlayışı ancak yeniçağda bilimsel düşüncesinin yerleşmesiyle ortaya çıkar. Siyah Kalem’in dünyası ise bir büyü dünyasıdır ve bilimsel düşünceden önceki aşamada, mitler çağına özgü düşüncenin yarattığı bir dünyadır. Siyah Kalem, insanlarla ruhlar arasında bir aracı olmayı üstlenir, o yalnızca sanatçı değil, büyücüdür de.

Günümüzde Orta Asya manzarası çoğunlukla kırsaldır ve yalnızca kısmen göçebedir. İnsanlar kırsal alanları terk edeli ve kervanlar ortadan kaybolalı uzun zaman geçti. Halk inançları ve geleneksel yaşam önemini korumaya devam etse de politik, sosyal ve ekonomik dönüşümlerle birlikte değişti. Artık ne almaslar ne de vahşi adamlar var. Kimbilir belki de onların yerini, yine bizim işaret edeceğimiz yeni bir öteki almak için bekliyor.

Akla bir an için Siyah Kalem’in, hilal şeklindeki gözleri derin bir kederle dolu, sivri dişli ağzı kaygılı bir şekilde aşağı doğru sarkmış ve tehditkar bir şekilde sopa gösterilerek sürüklenen esiri geliyor. Ve insan bu hüzünlü demonun gözlerine baktığında düşünmeden edemiyor, acaba O da öteki olarak canavarlaştırdığımız bir günah keçisinden başka bir şey değil mi?