Gözetimin Estetiği: Panoptisizm Çağında Mahremiyet, İktidar ve Direniş

Modern gözetim artık sadece bir devlet kontrol mekanizması değil, veri kapitalizmi, algoritmik yönetişim ve öznenin kendi kendine dayattığı görünürlük tarafından beslenen yaşamın yaygın bir koşuludur. Bentham'ın panoptikon'undan Zuboff'un gözetim kapitalizmine, boyut değiştiren gözetimin mahremiyet, özerklik ve direniş anlayışımızı nasıl şekillendirdiğini eleştirmek oldukça elzemdir. Gözetim normalleştirilmiş ve hatta estetize edilmiş olsa da özgürlüğün geleceği, anonimliğin geri kazanılmasına, kontrole meydan okunmasına ve mahremiyetin bireysel bir tavizden ziyade temel bir kolektif hak olarak yeniden tanımlanmasına bağlıdır.
Panoptisizm

Gözetim artık devlet kurumları ya da karanlık istihbarat örgütleriyle sınırlı gizli bir aygıt değil; bir gösteri, çağdaş yaşamın tanımlayıcı bir estetiğidir. Döndüğümüz her yerde hareketlerimizi, ilgi alanlarımızı ve arzularımızı izleyen ekranlar, kameralar ve veri izleme sistemleriyle karşılaşıyoruz. Orwell’in her yerde hazır ve nazır, zorlayıcı Büyük Birader vizyonunun aksine, günümüzün gözetimi, katılımı dayatmaktan ziyade davet eden şık, kullanıcı dostu arayüzlere sahip. Sosyal medya platformları, biyometrik kimlik doğrulama sistemleri ve algoritmik öneriler, gözetimi bir kontrol mekanizmasından günlük bir kendini ifşa etme ritüeline dönüştürüyor. Biz de sürekli olarak dijital varlığımızı düzenlerken, filtrelerken ve optimize ederken farkında olmadan bizi izleyen altyapıları besliyoruz.

Zorlamadan gönüllü gözetime geçiş, iktidarın işleyiş biçiminde derin bir değişime işaret etmektedir. Michel Foucault’nun panoptikon analizi ürkütücü bir şekilde geçerliliğini korumaktadır: Foucault, gözetim gücünün en çok içselleştirildiğinde yani öznenin izlenme beklentisiyle kendini disipline ettiğinde etkili olduğunu savunmuştur. Ancak günümüzün dijital panoptisizminde, gözetime yalnızca uymakla kalmıyor, onun için performans sergiliyoruz. Gözetleme gösterisi artık bir kendini ifade etme biçimi. Instagram hikâyeleri, TikTok trendleri ve konum etiketli gönderiler aracılığıyla bireyler kendi görünürlüklerinin gönüllü katılımcıları haline geliyor ve kişisel yaşamı tüketilebilir, algoritmik olarak sıralanmış bir anlatıya dönüştürüyor. Filozof Gilles Deleuze’ün Foucault’nun fikirlerini genişlettiği gibi, disiplin toplumlarından kontrol toplumlarına geçtik; burada iktidar artık katı kurallar uygulamak zorunda değil, davranışları veri odaklı teşvikler yoluyla incelikle şekillendiriyor.

Ancak gözetimin estetiği, sadece baştan çıkarmakla kalmıyor; aynı zamanda gizliyor da. Snapchat serilerinden biyometrik fitness takibine kadar kendini teşhir etmenin oyunlaştırılması, mahremiyetin savunulmaya değer bir haktan ziyade arkaik bir kaygı olduğu bir kültürü normalleştiriyor. Bu normalleştirme, Shoshana Zuboff’un “gözetim kapitalizmi” olarak adlandırdığı şey -insan deneyiminin kendisinin tahmine dayalı analitik ve davranışsal manipülasyon için hammadde olarak çıkarıldığı bir ekonomik model- için çok önemli. Dijital platformlar, gözetimi hayatın sorunsuz ve hatta arzu edilen bir parçası haline getirerek güç asimetrisini maskeler: bireyler kolaylık ve bağlantı karşılığında en mahrem ayrıntılarını ifşa ederken, şirketler ve hükümetler çok az şeffaflık veya hesap verebilirlikle büyük miktarlarda veri biriktirir. Jean Baudrillard’ın bir zamanlar yazdığı gibi, “Bilgi kendi içeriğini yutar. İletişimi ve toplumsal olanı yutar.” Başka bir deyişle, ne kadar çok üretir ve paylaşırsak, kontrol bizden o kadar çok uzaklaşır, opak iktidar sistemlerinin içine çekilir.

Gözetimin bu şekilde estetize edilmesi, algoritmik yönetişim çağında özgürlük, eylemlilik ve rıza hakkında ivedi sorular ortaya çıkarıyor. İzlenmek artık bir istisna olmaktan ziyade bir beklenti haline gelmişse, mahremiyet niş direniş hareketlerinin dışında var olabilir mi? Hiper-bağlantısallık ve kendini ifade etme kisvesi altında kişisel özerkliğin yavaş yavaş erozyona uğramasına mı tanık oluyoruz? Ya da Guy Debord’un The Society of the Spectacle’da öne sürdüğü gibi, gözetimin kendisi, sonsuz bir görünürlük döngüsüne hapsolmuş hem izleyici hem de oyuncu olduğumuz bir performans haline mi geldi? 

Gözetimin Evrimi: Bentham’ın Panoptikon’undan Dijital Gösteriye

Bentham'ın Panoptikon Modeli
Jeremy Bentham’ın Panoptikon Modeli

Gözetimin soyağacı, Jeremy Bentham’ın panoptikon’u ile başlar. 18. yüzyılda hapishaneler için tasarlanan bu mimari sistemde, merkezdeki tek bir gözetleme kulesi, bir gardiyanın tüm mahkumları, herhangi bir anda izlenip izlenmediklerini bilmeden gözlemlemesine olanak tanır. Bu belirsizlik öz disiplini sağlamıştır —mahkumlar gözetimi içselleştirmiş ve davranışlarını buna göre şekillendirmiştir. Yüzyıldan fazla bir süre sonra Michel Foucault, panoptikon’u Discipline and Punish’te modern iktidar için bir model olarak yeniden yorumlar ve toplumların açık şiddet gösterilerinden daha incelikli, daha yaygın kontrol biçimlerine geçtiğini savunur. Foucault, panoptikon’un disiplini nasıl benliğin içselleştirilmiş bir işlevi haline getirdiğini vurgulayarak, “Bir görünürlük alanına tâbi olan ve bunu bilen kişi, iktidarın kısıtlamalarının sorumluluğunu üstlenir.” diye yazar. Ancak bugün, gözetim hapishane duvarlarını çoktan aşmış, artık sadece izlemekle değil, insan davranışını tahmin etmek ve etkilemekle ilgili olduğu dijital alana yayılmıştır.

Panoptikon’un katı ve merkezi bakışının aksine, çağdaş gözetim merkezi olmayan, ağa bağlı bir gösteri aracılığıyla işlemektedir. Sosyal medya platformları, yapay zekaya dayalı yüz tanıma ve tahmine dayalı analitik, gücün bir gözetleme kulesinde toplanmamasını, sonsuz öz-gözetim, algoritmik izleme ve veri metalaştırma katmanları aracılığıyla yayılmasını sağlamaktadır. Gilles Deleuze, “disiplin toplumlarından” iktidarın hapsetme yoluyla değil, sürekli modülasyon yoluyla uygulandığı “kontrol toplumlarına” geçtiğimizi ileri sürer. Dijital gözetim, zorlamadan ziyade katılımla gelişir —kullanıcılar kolaylık, eğlence veya onay karşılığında kişisel verilerini isteyerek teslim ederler. Zuboff’un tanımladığı gibi gözetim kapitalizminin başarısı, kendisini güçlendirme olarak gizleme becerisinde yatmaktadır: kontrolün bizde olduğuna inanırken hayatlarımızı belgeler, algoritmaları besler ve kârlı veriler üretiriz. İronik olan şu ki, Bentham’ın otoritenin bakışlarından korkan mahkumlarının aksine, günümüzün dijital özneleri görünürlük peşinde koşmakta, dikkat çekmek için rekabet etmekte ve teşhiri sosyal sermaye olarak içselleştirmektedir.

Yukarıdan aşağıya izlemeden katılımcı gözetime geçiş, iktidar estetiğinde derin bir dönüşüme işaret etmektedir. Gözetim artık sadece kısıtlamayla ilgili değil; aynı zamanda baştan çıkarmayla da ilgilidir. Instagram paylaşımlarından sağlığımızı, ruh halimizi ve üretkenliğimizi takip eden nicelleştirilmiş kişisel uygulamalara kadar kendini ifşa etmenin oyunlaştırılması, gözetimin gönüllü, hatta zevkli görünmesini sağlamaktadır. Veri güdümlü ortamlar, algoritmik filtreleme yoluyla arzuları ve seçimleri şekillendirerek davranışları incelikle yönlendirmektedir. Zygmunt Bauman ve David Lyon bu süreci, hiper-bağlantılı bir dünyada izlemek ve izlenmek arasındaki çizgilerin bulanıklaştığı “akışkan gözetim” olarak tanımlar. Bireylerin teşhir edilmekten korktuğu panoptikon’un aksine, modern dijital özneler, küratörlü kimlikler ve performatif özgünlük yoluyla kendi “gözetim profillerini” gönüllü olarak inşa etmektedir. Baudrillard’ın belirttiği gibi, hiper-gözetlenebilirlik toplumunda, şeffaflık yanılsaması yalnızca gerçek kontrol mekanizmalarını gizlemeye yarar.

Yine de dijital kendini ifade etmenin cazibesine rağmen, bu yeni gözetim rejiminin sonuçları son derece politiktir. Panoptikon izlenme korkusuyla işliyorsa, dijital gösteri de görünmezlik korkusuyla işler —algoritmik hiyerarşiler içinde görülmeme, beğenilmeme ya da kabul edilmeme korkusu. Bu da yeni dijital kaygı biçimlerini, otosansür ve bireylerin eylemlerini bilinçsizce platformlar tarafından ödüllendirilenlerle uyumlu hale getirdikleri davranışsal konformizmi yaratır. Böylece gözetim gösterisi, görünürlüğün hem meta hem de sosyal varoluşun para birimi olduğu, kendi kendini sürdüren bir döngü haline gelir. Verinin yeni petrol olduğu bir çağa geçiş yaparken, soru artık sadece kimin izlediği değil, izleyenleri kimin ve ne amaçla kontrol ettiğidir. Eğer panoptikon bir zamanlar iktidarın fiziksel mimarisini sembolize ediyorsa, bugünün veri güdümlü gösterisi onun görünmez ama her yerde hazır ve nazır halefidir; davranışları cezalandırma korkusuyla değil, dijital aidiyetin baştan çıkarıcı gücüyle şekillendirir.

Gözetimin Estetiği: Normalleştirme ve Baştan Çıkarma

Gözetim artık gölgelerde gizlenen distopik bir kabus değil; günlük yaşamın estetik kumaşına kusursuz bir şekilde dokunmuş durumdadır. Orwell’in 1984’ünün kaba, otoriter imgelerinin aksine, devletin dikkatli gözleri korku uyandırırken, çağdaş gözetim şık, sürükleyici ve hatta arzu edilir bir hal almıştır. Sosyal medya platformları, akıllı cihazlar ve biyometrik sistemler gözetimi modernitenin normal, estetik açıdan hoş bir özelliğine, direnişten ziyade katılımı davet eden bir gösterisine dönüştürür. Zuboff’un The Age of Surveillance Capitalism adlı kitabında şöyle ileri sürer:

Artık sadece gözlenmiyoruz; kolaylık, eğlence ve kişiselleştirme vaadiyle gözetimin içine çekiliyoruz.

Yüz tanıma özelliği telefonlarımızın kilidini bir bakışta açıyor, algoritmik beslemeler içeriği tercihlerimize göre uyarlıyor ve GPS takibi günlük rotalarımızı optimize ediyor. Bu mekanizmalar kontrolü açıkça dayatmıyor; bunun yerine gözetimi verimlilik olarak paketliyor ve mahremiyet kaygılarını sonradan akla gelen bir düşünceye indirgiyor.

Bu normalleştirme süreci, çağdaş iktidar yapılarının temelini oluşturmaktadır. Michel Foucault’nun biyopolitika kavramı -iktidarın yasal ya da kurumsal kontrolün ötesine geçerek insanların yaşama, hareket etme ve düşünme biçimlerini şekillendirdiği- dijital çağda iş başındadır. Gözetim artık davranışları bastırmak değil, onları yönlendirmek, bireyleri şirket ve hükümet çıkarlarıyla uyumlu eylemlere doğru incelikle yönlendirmekle ilgilidir. Gilles Deleuze’ün Postscript on the Societies of Control’de gözlemlediği gibi;

Bireyler, davranışlarını tahmin eden, yöneten ve paraya çeviren sistemler tarafından durmaksızın modüle edilen ve işlenen ‘bireyler’ haline gelmiştir.

Gözetimin estetiği, bu kontrolü cihazlarımızın kusursuz arayüzlerine ve sosyal medyanın oyunlaştırılmış mekaniğine yerleştirerek lezzetli hale getirmektedir. Sürekli takibin beklendiği -beğenilerin, görüntülemelerin ve algoritmik doğrulamanın öz-değeri tanımladığı- bir dünya, baskı yoluyla değil arzu yoluyla itaat sağlamaktadır.

Gözetimin baştan çıkarıcılığı en çok kendini teşhir etmenin estetize edilmesinde kendini gösterir. Instagram filtreleri, TikTok trendleri ve kişisel ölçüm uygulamalarının hâkim olduğu bir dünyada para birimi görünürlüktür. Kişi bu gösteriye ne kadar çok katılır, paylaşır ve küratörlüğünü yaparsa, o kadar çok etkileşim ve onay ile ödüllendirilir. Baudrillard’ın üretim toplumundan simülasyon toplumuna geçtiğimize dair uyarısı burada nihai ifadesini bulmaktadır: bireyler sadece var olmazlar; hem algoritmanın hem de izleyicinin bakışları için kendilerini sergilemek zorundadırlar. Kişisel ifade aracı olarak başlayan şey, insanların konumlarını, duygularını ve alışkanlıklarını isteyerek belgeledikleri içselleştirilmiş bir gözetim mantığına dönüşmüştür —buna zorlandıkları için değil, baskın kültürel estetik haline geldiği için belgelerler. Benlik artık özel değildir; piyasa için optimize edilmiş bir veri kümesidir.

Yine de, bu baştan çıkarıcı görüntünün ardında, normalleştirilmiş gözetimin sonuçları derindir. İnsanlar gözetimi verili olarak kabul ettikçe, sonuçlarını daha az sorgular hale gelirler. Baudrillard’ın Simulacra ve Simulation’da belirttiği gibi, “Gerçek artık eskisi gibi değildir, çünkü gerçekliğin kendisi artık temsilinin merceğinden süzülmektedir.” Gözetimin estetize edilmesi, bireylerin dijital varlıklarını kontrol ettiklerine inandıkları, gerçekte ise davranışlarını tahmin etmek ve manipüle etmek için tasarlanmış sistemler tarafından şekillendirildikleri sahte bir faillik duygusu yaratmaktadır. Geleneksel panoptik bakış izlenme korkusu aşıladıysa, bugünün dijital gösterisi de görünmezlik korkusu aşılar —insanların sosyal ve ekonomik olarak ilgili kalmak için kendilerini isteyerek gözetledikleri yeni bir kontrol biçimi. Bu çağda direniş artık sadece gözetlemeyi reddetme meselesi değil, görünürlüğün estetiği üzerindeki failliği geri alma meselesidir.

Veri Kapitalizmi ve Rıza Yanılsaması

Gözetim kapitalizmi çağında rıza, kişisel verileri elde etmek, metalaştırmak ve manipüle etmek için tasarlanmış dijital sistemler tarafından özenle üretilen bir yanılsamadır. Geleneksel rıza kavramı bilinçli ve gönüllü bir anlaşmayı ima etse de, günümüzün hiper-bağlantılı dünyasında bireylere nadiren gerçek bir seçim şansı tanınır. İnternette arama yapmaktan akıllı telefonun kilidini açmaya kadar her dijital etkileşim, geniş veri toplama altyapılarını beslediğinde, katılım eyleminin kendisi bir teslimiyet biçimine dönüşür. Zuboff’un ileri sürdüğü gibi, bireyler ve teknoloji şirketleri arasındaki güç dengesizliği rızayı anlamsız kılar: “Gelecekteki davranışlarımızı tahmine dayalı ürünler için hammadde olarak talep ediyorlar, oysa hiçbir zaman bilmemiz ya da seçim yapmamız gerekmedi.” Bu sistemde varsayılan ayar mahremiyet değil, sürekli teşhirdir ve modern yaşamdan tamamen çekilmeden vazgeçmeyi neredeyse imkânsız hale getirir.

Bu üretilmiş rıza, şeffaf olmayan hizmet sözleşmeleri, yanıltıcı gizlilik politikaları ve izleme teknolojilerinin yaygınlığı ile pekiştirilmektedir. Yasal jargondan ve veri toplamayı devre dışı bırakmanın zorluklarından bunalan ortalama bir kullanıcı, farkında olmadan seçim yapma bahanesi altında kapsamlı bir gözetime boyun eğmektedir. Foucault’nun iktidarın en etkili olduğu zamanın açık zorlama yerine ince kontrol mekanizmalarıyla işlediği görüşü burada mükemmel bir şekilde uygulanmaktadır: dijital özneler verilerini paylaşmaya zorlanmamakta, yönlendirilmekte, şartlandırılmakta ve nihayetinde buna boyun eğmektedirler. Dijital arayüzlerin estetik -zahmetsiz, sezgisel, kolaylık için tasarlanmış- pürüzsüzlüğü veri kapitalizminin sömürücü doğasını daha da gizlemektedir.

Kabul et’e tıklamak, bireylerin kendi gözetimlerine isteyerek boyun eğdikleri yanılsamasını güçlendiren ritüelistik, neredeyse bilinçsiz bir eylem haline gelmiştir.

Veri kapitalizminin kalbinde özgürlük ve kontrol arasındaki temel çelişki yatmaktadır. Kendilerini güçlendirme araçları olarak pazarlayan -kullanıcıların kendilerini ifade etmelerine, başkalarıyla bağlantı kurmalarına ve sınırsız bilgiye erişmelerine izin veren- platformlar, aslında sadece gözlemlemek için değil, arzuları ve kararları şekillendirmek için tasarlanmış davranışsal tahmin motorlarıdır. Gilles Deleuze’ün “kontrol toplumları” kavramı bu değişimi açıklar: iktidar artık bireyleri Foucault’nun disiplin toplumlarında olduğu gibi katı kurumsal yapılar içine hapsetmez, ancak kullanıcıların kurnazca kârlı davranışlara yönlendirildiği sürekli modülasyon yoluyla çalışır. Kişiselleştirilmiş reklamlardan algoritmik olarak düzenlenmiş içeriğe kadar, dijital deneyimler insan eylemliliği için değil, verinin elde edilmesi için incelikle ayarlanmıştır. Bu ekonomik model açık bir zorlama gerektirmez; seçimleri önceden tahmin edilip paraya çevrilse bile bireylerin kendi iradeleriyle hareket ettikleri yanılsamasıyla büyür.

Bu yanılsamanın sonuçları mahremiyetin ötesinde özerkliğin yapısına kadar uzanır. Algoritmalar tüketici davranışlarını, siyasi inançları ve hatta duygusal durumları sadece tahmin etmekle kalmayıp aktif olarak şekillendirdiğinde, gerçek özerklikten geriye ne kalır? Veri kapitalizmi, itaati baskı yoluyla değil katılım yoluyla sağlayarak bireyleri gözetim ekonomisinin hem tüketicileri hem de ürünleri haline getirmektedir. Buna direnmek için daha şeffaf politikalar ya da düzenleyici gözetim talep etmek yeterli değildir; asıl sorgulanması gereken, veri toplamanın ekonomik gücün temeli olduğu bir sistemin yapısal mantığıdır. Bu yıkılana kadar, rıza yanılsaması tam da bu illüzyon olarak kalacaktır —izleyenlerin senaryoyu çoktan yazdığı ve izlenenlerin özgür olduklarına inanarak rollerini oynamaya devam ettiği bir gerçekliği maskeleyen bir illüzyon.

Yüz Tanıma ve Biyometrik Kontrol Politikaları

Yüz tanıma teknolojisi hızla bir kolaylık aracından bir kontrol aracına dönüşerek bireyler ve devlet arasındaki ilişkiyi yeniden şekillendirmiştir. Bir zamanlar bilim kurgunun spekülatif bir unsuru olan biyometrik gözetim, yönetişimin, kurumsal gözetimin ve sosyal disiplinin temel mekanizmalarından biri haline gelmiştir. Hükümetler ve özel kuruluşlar bu teknolojileri güvenlik, verimlilik ve kişiselleştirme kisvesi altında benimsemişlerdir, ancak ne pahasına? Simone Browne’un Dark Matters: On the Surveillance of Blackness adlı kitabında ileri sürdüğü gibi, biyometrik izleme tarafsız değildir; tarihsel olarak ırksallaştırılmış gözetim ve sosyal ayıklama biçimlerine dayanır ve teknolojik ilerleme bahanesiyle sistemik eşitsizlikleri pekiştirir. Objektif ve tarafsız olarak pazarlansa da, yüz tanıma algoritmaları marjinalleştirilmiş toplulukları orantısız bir şekilde yanlış tanımlayarak belirli nüfusları dijital çağda kalıcı şüphelilere dönüştürmektedir.

Doğruluk ve önyargı konularının ötesinde, yüz tanıma, gücün nasıl kullanıldığına dair temel bir değişimi temsil etmektedir. Aktif izleme gerektiren geleneksel gözetim biçimlerinin aksine, biyometrik izleme ortamsal, otomatik ve kaçınılmazdır. Kamera donanımlı bir sistemin yalnızca varlığı, bu tür bir gözetime rıza göstermiş olsunlar ya da olmasınlar, bireyleri kaydetmek ve kategorize etmek için yeterlidir. Giorgio Agamben’in “istisna hali” kavramı burada önem kazanmaktadır: hükümetler, yasal ve etik kaygıları geçersiz kılarak, ulusal güvenlik mantığı altında kitlesel biyometrik gözetimi giderek daha fazla meşrulaştırmaktadır. Çin’in sosyal kredi puanlaması için yüz tanımayı yaygın bir şekilde kullanmasından, Batılı kolluk kuvvetlerinin polislikte yapay zeka destekli kimlik tespitini kullanmasına kadar, insan yüzü algoritmik bir kontrol rejiminde bir veri noktası haline gelmiştir. Bir şifre ya da kimlik kartının aksine, kişinin yüzü değiştirilemez ya da gizlenemez —kimliğin kendisi artık bir gözetim mekanizmasıdır.

Panoptisizm

Ancak yüz tanıma politikaları devlet kontrolünün ötesine geçerek tüketici kapitalizmi alanına uzanıyor. Teknoloji şirketleri biyometrik takibi gündelik hayata sorunsuz bir şekilde entegre ederek bunu bir kolaylık, kişiselleştirme ve güvenlik aracı olarak çerçeveliyor. Bir bakışla telefon kilidini açmak, pasaportsuz uçağa binmek ya da yüz taramasıyla bir binaya giriş yapmak biyometrik bağımlılığın normalleşmesine katkıda bulunuyor. Bu kademeli alışma, yüz tanımanın kullanıcıları güçlendirmediği gerçeğini gizliyor; gözetimi varoluşun mahrem, rutin bir yönü haline getirerek onları güçsüzleştiriyor. Bernard Harcourt’un Exposed: Desire and Disobedience in the Digital Age’de belirttiği gibi, zorlayıcı gözetimden gönüllü gözetime geçiş, direnişin giderek daha zor hale gelmesini sağlıyor —gözetim kolaylık estetiğine gömüldüğünde, vazgeçmek sadece pratik değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik olarak da maliyetli hale geliyor.

Biyometrik verilerin polislik, göçmenlik kontrolü ve kurumsal gözetimle giderek daha fazla iç içe geçmesi, acil etik ve siyasi soruları gündeme getirmektedir. Biyometrik verilerin sahibi kimdir? Nasıl kullanılacağına kim karar verir? Çoğu durumda, bireylerin kendi dijital bedenleri üzerinde çok az ya da hiç yetkileri yoktur —yüzler veri kapitalizmi ekonomisinde alınıp satılan varlıklar haline gelmiştir. Yüz tanımanın kontrolsüz bir şekilde yaygınlaşması yalnızca mahremiyeti değil, özerklik kavramını da tehdit etmekte ve görünürlüğün savunmasızlığa eşit olduğu bir dünyada insanları yürüyen barkodlara dönüştürmektedir. Hannah Arendt’in The Origins of Totalitarianism’de dile getirdiği gibi, “Totaliter yönetimin ideal öznesi ikna olmuş Nazi ya da ikna olmuş Komünist değil, gerçek ile kurgu arasındaki ayrımın artık var olmadığı insanlardır.” Yüz tanımanın erişim, hareketlilik ve özgürlüğü belirlediği bir dünyada, kolaylık ve zorlama arasındaki çizgi giderek bulanıklaşıyor. Asıl soru sadece bu teknolojilerin düzenlenip düzenlenmemesinde değil, mantığının kabul edilip edilmemesi gerektiğinde yatıyor.

Dijital Panoptikon Olarak Sosyal Medya: Öz-Gözetimin Rolü

 Michel Foucault’nun Jeremy Bentham’ın hapishane tasarımından yola çıkarak geliştirdiği panoptikon kavramı, bireylerin her zaman izlendikleri varsayımı altında davranışlarını değiştirerek gözetimi içselleştirdikleri bir iktidar biçimini tanımlamaktadır. Bentham’ın panoptikonu fiziksel bir yapı iken, sosyal medya bunu kullanıcıların gönüllü olarak kendilerini sürekli görünürlüğe maruz bıraktıkları dijital bir fenomene dönüştürmüştür. Instagram, TikTok ve Facebook gibi platformlar bireyleri hayatlarını belgelemeye teşvik ederek hem kişisel doğrulama hem de algoritmik değerlendirme için kimliklerini düzenlemektedir. Yine de bu benlik performansı tamamen özerk değildir; etkileşim ölçümlerinin, izleyici beklentilerinin ve platform algoritmalarının neyin görülüp neyin değerlendirileceğini belirlediği gözetim kapitalizminin görünmez baskıları tarafından şekillendirilir. Modern öznenin artık itaate zorlanmasına gerek yoktur; bunun yerine, görünürlüğü bir para birimine dönüştürerek kendi gözetimlerine isteyerek katılırlar.

Dış gözetimden öz-gözetime geçiş, dijital panoptikon’un merkezinde yer almaktadır. Harici bir otoritenin izlediği ve disipline ettiği geleneksel izlemenin aksine, sosyal medya bireylerin kendi kendilerini düzenledikleri, eylemlerini beklenen yargılara göre ayarladıkları bir ortam yaratır. Beğenme, yorum yapma ve paylaşma mekanizmaları mikro ödüller olarak işlev görür, kullanıcıları onay aramaya şartlandırırken davranış normlarını da inceden inceye pekiştirir. Bu, Gilles Deleuze’ün Postscript on the Societies of Control’de tanımladığı şeydir —bireylerin katı bir şekilde sınırlandırılmadığı, ancak sonsuz bir şekilde ayarlandığı, onları istenen davranışlara doğru iten görünmez güçler tarafından şekillendirildiği bir modülasyon sistemi. Bu çerçevede gözetim, otoriter bir devlet tarafından dayatılan yukarıdan aşağıya bir mekanizma değil, kullanıcıların kendi istekleriyle kendi öz disiplinleriyle meşgul oldukları ve sistemi geri besleyen veriler ürettikleri katılımcı bir süreçtir.

Bu kendi kendine dayatılan görünürlüğün sonuçları derindir ve otantik ifade ile performatif varoluş arasındaki sınırları bulanıklaştırır. Sosyal medya panoptikon’unda bireyler sadece bağlantı kurmak için paylaşım yapmazlar; görülmek, ilgili kalmak ve dijital hiyerarşi içindeki konumlarını korumak için paylaşım yaparlar. Bu sürekli kendini teşhir etmenin psikolojik yükü geniş çapta tartışılmış olup, Alone Together kitabının yazarı Sherry Turkle gibi akademisyenler tarafından sosyal medyanın hiper-görünürlük ile yalnızlık arasındaki paradoksu nasıl beslediği vurgulanmaktadır. Kullanıcılar bir yandan aktif bir dijital varlık sürdürme baskısı hissederken, diğer yandan çevrimiçi kişiliklerin seçilmiş doğası yetersizlik ve yabancılaşma duygularını besler. Her eylem, düşünce ve duygu içeriğe dönüştüğünde, kendini ifade etme ve kendini sömürme arasındaki çizgi çözülmeye başlar. Birey hem izleyen hem de izlenen haline gelir, sonsuz bir onaylanma ve endişe döngüsüne kapılır. Sosyal medyanın panoptik yapısının belki de en sinsi yönü, kontrolü özgürlük olarak maskelemesidir. Paylaşım, etkileşim ve bağlantı kurma becerisi güçlendirici olarak çerçevelenirken, bu etkileşimleri yöneten mekanizmalar -algoritmalar, veri çekme, davranışsal tahminler- gözlerden saklanır. Bernard Harcourt’un altını çizdiği gibi, dijital platformlar gözetimi bir kontrol aracı olarak değil, arzu edilen bir var olma durumu olarak yeniden tanımlamıştır —görünmez olmak önemsiz olmaktır. Bu sistemde direniş sadece zor değildir; görünürlüğün güç olduğu ve gücün dikkati en etkili şekilde paraya çevirebilenlere ait olduğu dijital ekonominin mantığıyla temelden çelişir. O halde soru sadece mahremiyetin nasıl korunacağı değil, kendi kendini gözetlemenin toplumsal katılımın baskın biçimi haline geldiği bir dünyada failliğin nasıl geri alınacağıdır.

Direniş, Anonimlik ve Dijital Mahremiyetin Geleceği

Gözetimin hem her yerde olduğu hem de içselleştirildiği bir dünyada, direniş sadece gözetim sistemlerine doğrudan muhalefet yoluyla değil, aynı zamanda gizleme, anonimlik ve reddetme stratejileri yoluyla yeni biçimler almaktadır. Yasal düzenlemeler ya da kamusal protestolar gibi geleneksel direniş modelleri önemini korumakla birlikte, modern gözetimin yaygın ve algoritmik doğası karşısında giderek daha yetersiz kalmaktadır. James C. Scott’un Domination and the Arts of Resistance adlı çalışmasında savunduğu gibi, iktidar sadece yukarıdan dayatılan bir şey değildir; aynı zamanda günlük hayattaki küçük direniş eylemleriyle aşağıdan da karşı konulur. Dijital çağda, bu tür bir meydan okuma şifreli iletişim, merkezi olmayan platformlar ve dijital kamuflaj taktikleriyle -görünürlük için tasarlanmış alanlarda özerkliği geri kazanmaya çalışan stratejiler olarak- kendini gösterir. Mahremiyet mücadelesi artık sadece baskıcı bir devletin bakışlarından kaçmak değil, sürekli kendini teşhir etmeyi talep eden bir kültüre direnmek anlamına gelmektedir.

Panoptisizm Çağı- Anonimlik

Bir zamanlar internetin varsayılan koşulu olan anonimlik artık radikal bir eylem haline gelmiştir. Kimliğin para birimi olduğu bir çağda, kendi kendini gözetlemeye katılmayı reddetmek şüpheli, hatta yıkıcı olarak çerçevelenir. Hükümetler güvenlik kisvesi altında anonimliğin ortadan kaldırılması için bastırırken, şirketler de kâr amacıyla bunu ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Oysa Arendt’in Human Condition’da uyardığı gibi, kişinin kendi koşullarına göre görünme ve kaybolma yeteneği özgürlüğün temelidir. Gerçek isim politikaları, biyometrik doğrulama ve kalıcı dijital kimliklere yönelik baskı sadece bir kolaylık meselesi değil; her eylemin, düşüncenin ve tercihin bir bireyle ilişkilendirilebilmesini sağlayan ve muhalefet olasılıklarını azaltan bir kontrol aracıdır. O halde direniş, dijital alanlarda kalıcı bir iz bırakmadan hareket etmek için izlenemez olma hakkını geri almakta yatmaktadır. Anonim ağların, alternatif arama motorlarının ve merkezi olmayan iletişim platformlarının yeniden canlanması, mahremiyetin bir lüks değil, gerçek özerklik için bir gereklilik olduğuna dair artan bir farkındalığa işaret etmektedir.

Yine de dijital mahremiyetin geleceği belirsizdir ve rekabet halindeki yasal düzenleme güçleri, kurumsal çıkarlar ve bireysel eylemlilik arasında sıkışıp kalmıştır. Hükümetler veri koruma yasaları önermekte, ancak bunlar genellikle gözetimi ortadan kaldırmak yerine meşrulaştırmaya hizmet etmektedir. Örneğin Avrupa Birliği’nin GDPR’si kullanıcılara verileri üzerinde daha fazla kontrol hakkı tanırken, dijital ekonominin temeli olan veri çekme temel önermesine meydan okumamaktadır. Benzer şekilde, teknoloji şirketleri gizliliği artırıcı özellikler sunarken, gözetim kapitalizminden kâr etmeye devam etmektedir. Asıl mesele yalnızca gözetimi düzenlemek değil, onun gerekliliğini sorgulamaktır —mahremiyetin bir lütuf olarak verildiği bir dünyadan, tartışılmaz bir hak olarak kabul edildiği ve dijital altyapının tasarımına baştan yerleştirildiği bir dünyaya geçiş yapmaktır. Evgeny Morozov’un The Net Delusion’da önerdiği gibi, gerçek direniş küçük reformlardan daha fazlasını gerektirir; teknoloji ve iktidar arasındaki ilişkinin temelden yeniden tasarlanmasını talep eder. Dijital mahremiyetin geleceği yalnızca politika yapıcılar veya şirketler tarafından değil, katılımın bedeli olarak gözetlenmeyi kabul etmeyi reddeden bireylerin ve toplulukların eylemleriyle belirlenecektir. Merkezi olmayan teknolojilerin, açık kaynaklı şifrelemenin ve tabandan gelen dijital okuryazarlık hareketlerinin yükselişi, alternatif yolların var olduğuna işaret etmektedir. Asıl soru, toplumun bu alternatifleri benimsemeyi mi seçeceği yoksa gözetimin normalleştirildiği ve anonimliğin geçersiz hale getirildiği bir sistemin suç ortağı olmaya devam mı edeceğidir.

Mahremiyet için verilen savaş özünde bir özgürlük savaşıdır —sadece saklanma özgürlüğü değil, algoritmik panoptikon’un bakışlarının ötesinde var olma özgürlüğü.

Kapatırken: Algoritmik Bakış Altında Yaşamak

Dijital çağda yaşamak, gözetimin artık devlet gücü veya güvenlik kaygılarıyla sınırlı kalmayıp çağdaş yaşamın temel bir koşulu haline geldiği, amansız bir algoritmik bakış altında var olmak demektir. Bentham’ın panoptikon’unun katı, yukarıdan aşağıya yapısının aksine, günümüzün gözetimi, etkileşimlerimizin dokusuna gömülü, akışkan, merkezi olmayan sistemler aracılığıyla işlemektedir. Shoshana Zuboff’un ileri sürdüğü gibi, sadece izlenmiyoruz, aynı zamanda sistematik olarak ayıklanıyoruz —davranışlarımız, arzularımız ve duygularımız veri metalarına dönüştürülüyor. Platformlar arasında parçalanmış ve geniş kurumsal veri tabanlarında depolanmış dijital benlik artık tamamen bize ait değil. Bunun yerine şekillendiriliyor, kategorize ediliyor ve satılıyor, tahmin ve kontrol üzerine kurulu bir ekonomiyi besliyor. Soru artık izlenip izlenmediğimiz değil, bu gözlem durumunu ne kadar derinden içselleştirdiğimiz ve bunun özerklik anlayışımızı nasıl yeniden şekillendirdiğidir.

Panoptisizm Çağı Gözetim

Hem gönüllü hem de dayatılan gözetimin normalleştirilmesi, katılım ve zorlama arasındaki sınırları bulanıklaştırmıştır. İster sosyal medyada paylaşım yapmak, ister kolaylık sağlamak için yüz tanıma özelliğini kullanmak ya da bitmek bilmeyen hizmet şartları anlaşmalarını kabul etmek olsun, her kendini ifade etme eylemi, gözetimin yalnızca hoş görülmekle kalmayıp aktif olarak benimsendiği bir sistemi güçlendirmektedir. Mark Fisher, Capitalist Realism adlı kitabında, geç kapitalizmin alternatifleri hayal etme yeteneğini ortadan kaldırarak kendini nasıl sürdürdüğünü anlatır. Benzer şekilde, gözetim dijital varoluşla o kadar iç içe geçmiştir ki, direniş çoğu zaman nafile, geri dönüşü olmayan bir geçmişe duyulan nostaljik bir özlem gibi görünmektedir. Yine de, Giorgio Agamben’in uyardığı gibi, gözetimin varsayılan bir yönetim biçimi haline geldiği bir dünya, bireyleri siyasi eylemliliklerinden mahrum bırakma ve onları anlamlı bir şekilde meydan okuyamayacakları bir sistemin öznelerine dönüştürme riski taşır.

Buna rağmen, gelecek önceden belirlenmiş değildir. Gözetimi mümkün kılan teknolojiler aynı zamanda yıkım ve özgürleşme potansiyeline de sahiptir. Şifreleme, merkezi olmayan ağlar ve açık kaynak girişimleri verilerin tekelleştirilmesine meydan okurken, dijital haklar konusunda artan kamuoyu söylemi farkındalıkta bir değişime işaret eder. Hannah Arendt’in bize hatırlattığı gibi, direniş dayatılan koşulları kaçınılmaz olarak kabul etmeyi reddetmekle başlar. Gözetim görünürlükle gelişiyorsa, anonimlik ve gizlenme meydan okuma eylemleri haline gelir. Eğer algoritmalar davranışları dikte ediyorsa, o zaman öngörülemezliği geri kazanmak -yaratıcı yıkım, dijital okuryazarlık ve kolektif direniş yoluyla- özerkliği yeniden kazanmanın bir yolu haline gelir. Gözetime karşı mücadele sadece mahremiyetle ilgili değil, verilerin iktidarın yeni sınırı haline geldiği bir çağda kendi kaderini tayin etme hakkıyla da ilgilidir.

Nihayetinde, algoritmik bakış altında yaşamak bir paradoksun içinde gezinmektir: görünürlük bağlantı sağlar, ama aynı zamanda teşhir de eder; anonimlik özgürlük verir, ama silinme riski taşır. Geleceğin meydan okuması yalnızca gözetimden kaçmak değil, dijital varoluşun koşullarını yeniden tanımlamaktır. Her eylemimizin izlendiği, kategorize edildiği ve paraya çevrildiği bir dünyada özgür olmak ne anlama gelir? Mahremiyeti bireysel bir ayrıcalık olarak değil, kolektif bir hak olarak geri kazanabilir miyiz? Cevaplar, bizi iktidarı meşru kılan yapılara meydan okumaya, kontrol üzerine değil, güven ve özerklik üzerine kurulu sistemler hayal etmeye istekli olmamızda yatıyor. Gözetim modern yaşamın koşulu olabilir, ancak kaderi olmak zorunda değildir.

Referanslar:

Shoshana Zuboff, The Age of Surveillance Capitalism (PublicAffairs, 2019)

Guy Debord, The Society of the Spectacle (Bureau of Public Secrets, 2014)

Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison (Second Vintage Books, 1995)

Gilles Deleuze, “Postscript on the Societies of Control” (October, Vol.59, 1992)

Zygmunt Bauman & David Lyon, Liquid Surveillance: A Conversation (Polity Press, 2012)

David Lyon, “Surveillance, Power and Everyday Life” (Emerging Digital Spaces in Contemporary Society, 2010)

Jean Baudrillard, Simulacra and Simulation, University Of Michigan Press, 1995

Simone Browne, Dark Matters: On the Surveillance of Blackness (Duke University Press, 2015)

Giorgio Agamben, State of Exception (University of Chicago Press, 2005)

Bernard E. Harcourt, Exposed: Desire and Disobedience in the Digital Age (Harvard University Press, 2015)

Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism (HBJ Book, 1978)

Hannah Arendt, Human Condition (University of Chicago Press, 1958)

Jeremy Bentham, The Panopticon Writings (Verso, 1995)

James C. Scott, Domination and the Arts of Resistance: Hidden Transcripts (Yale University Press, 1990)

Evgeny Morozov, The Net Delusion: The Dark Side of Internet Freedom (Public Affairs, 2011)

İlginizi Çekebilir!
Vampirlerin İzinde Bir Yolculuk: Hastalık mı Efsane mi?