Bir zamanlar yerleşik hiyerarşilere meydan okuyan yıkıcı bir güç olan isyan, artık kültürel ironinin merkezinde duruyor. İster yırtık kot pantolonlar, ister protesto sloganları ya da çevreye duyarlı markalar olsun, başkaldırının sembolleri artık toplumsal eleştirinin işaretleri değil, son derece metalaşmış bir estetiğin süslerinden ibaret. Bir zamanlar punk direnişine işaret eden bir deri ceket artık sadece varlıklı kesimin alabileceği bir fiyat etiketi taşıyor, anlamı yıkıcı gücünden sıyrılmış gösterişli bir meta olarak yeniden tasarlanıyor. Günümüzün kapitalist ekonomisinde isyan, sistem eleştirisinden ziyade tüketici kitlesi için küratörlüğü yapılan bir kendini ifade etme biçimi haline geliyor. Karşı-kültürel hareketlerin yıkmaya çalıştığı sistemler artık muhalefetin estetize edilmesinden kâr elde ederken, isyanı kitlesel tüketim için erişilebilir bir ürüne dönüştürüyor.
Bu paradoks, kapitalizmin muhalif olan her şeye duyduğu doymak bilmez iştahın simgesidir. Tek ilginç cevap soruları yok eden cevapken, isyanın kendisi artık sistemsel sorunlara bir cevap değil, çözülmüş, pazarlanabilirlik ve kâr çerçevelerine düzgün bir şekilde uyacak şekilde yeniden yorumlanmış bir sorudur. ‘Devrim’ ya da ‘Gezegeni Kurtar’ gibi sloganların çalışma şartları kötü atölyelerde seri olarak üretilen tişörtlerde yer aldığı, protestodan ilham alan modanın yükselişini düşünün. Verilmek istenen mesaj ile bu mesajın üretilmesini sağlayan sömürücü emek uygulamaları arasındaki çelişki, isyanın asıl amacının altüst edildiğinin altını çiziyor. Kapitalizm, isyanı pazarın içine çekerek onun yıkma kapasitesini etkisiz hale getiriyor.

İsyanın metalaşması sadece kültürel bir değişimi değil, varoluşsal bir değişimi de ortaya koymaktadır. Cevaplanması gereken soru şudur: Başkaldırı eylemleri, özgünlüklerinden sıyrılıp trend olarak yeniden şekillendirildiğinde ne olur? Modern kültürel eleştirinin kalbinde, isyanın estetiği ile asıl radikal amacı arasındaki bu gerilim yatmaktadır. Muhalefet ve ‘moda olan’ arasındaki sınırlar bulanıklaştıkça, isyan bir zamanlar karşı çıktığı sistemleri güçlendiren başka bir kontrol mekanizmasına dönüşme riski taşır. Direnişin bile satılık olduğu bir dünyada, zorluk kapitalizmin kucaklamasını reddetmekte değil, onu yeniden yıkmanın yollarını bulmakta yatmaktadır. İsyan hala statükoyu bozma kapasitesine sahip mi, yoksa konformizm kataloğunda sadece başka bir sayfa haline mi geldi? Bu soru, uyumsuzluk karşıtı estetiğin kendi markası haline geldiği bir dünyanın paradoksunda cevapsız bir şekilde durmaktadır.
Karşı Kültürün Doğuşu: Radikal Bir Eylem Olarak İsyan

Karşı kültür her zaman muhalif seslerin bir araya gelerek zamanlarının baskın ideolojilerine meydan okuduğu marjinlerden doğmuştur. Savaş sonrası dönemde Beat Kuşağı, sivil haklar hareketi ve rock ‘n’ roll’un yükselişi gibi karşı kültür hareketleri, toplumsal uyuma ve yönetimsel baskıya karşı güçlü tepkiler haline gelmiştir. Bu hareketler sadece estetik sapmalar değildir; özgünlük, özgürlük ve sistemik değişim için daha derin bir özlemi somutlaştırmışlardır. Örneğin, Beat’ler 1950’lerin Amerikasının materyalizmini ve katılığını reddetmiş, bunun yerine keşif, spontanlık ve isyan yüklü şiirsel bir yaşamı tercih etmiştir. Jack Kerouac’ın Yolda’sı bu değişimi sembolize etmektedir; bağsız varoluşun, filtresiz ifadenin bir kutlaması ve kontrol ve tüketime takıntılı bir toplumun eleştirisidir.
1960’ların sonlarına gelindiğinde karşı kültür, hippi kuşağı tarafından simgelenen kitlesel bir harekete dönüşmüştür. Bu dönemde isyan, siyasi aktivizm, savaş karşıtı protestolar ve tüketim değerlerinin reddi şeklinde tezahür etmiştir. 1967’nin Aşk Yazı, “barış ve sevgi” sloganlarıyla, siyasi manzarayı tanımlayan şiddet ve açgözlülüğün doğrudan bir reddidir. Psychedelic müziğin, komünal yaşamın ve düzen karşıtı ideolojilerin karşı kültür tarafından benimsenmesi sadece ana akım kültürün reddi değil, aynı zamanda onu tamamen yeniden hayal etmeye yönelik bir çağrıdır. The Making of a Counter Culture kitabının yazarı sosyolog Theodore Roszak’a göre bu hareketler, toplumu “teknokratik totalitarizm” olarak adlandırdığı durumdan kurtarmaya çalışan vizyoner bir isyandan kaynaklanmaktadır. Özünde, yüzeysel bir yıkımdan ziyade sistemik bir dönüşüm arayışıdır.
Ancak karşı kültürün isyankâr ruhu yalnızca idealizmle sınırlı değildir; ham bir meydan okumayı da beraberinde getirmiştir. 1970’lerin punk hareketi bu içgüdüsel enerjiyi örnekler. Ekonomik gerileme ve siyasi hayal kırıklığından doğan punk, sadece statükoyu değil, aynı zamanda önceki isyanların metalaştırılmasını da reddetmiştir. ‘Kendin yap’ anlayışı ve agresif tarzıyla punk, yapaylığın hüküm sürdüğü bir çağda özgünlüğün patlamasıdır. Gruplar müziklerini siyasi yozlaşma ve kültürel durgunluğa yönelik keskin eleştirilerle süsleyerek ana akım anlatılar tarafından yabancılaştırıldığını düşünen bir neslin sesi olmuştur.
Punk’ın isyankâr enerjisi çok güçlüdür; çünkü kabul edilebilir olmayı reddeder, toplumu ikiyüzlülükleriyle yüzleşmeye zorlar.

Karşı kültürün doğuşu her şeyden önce radikal bir eylemlilik iddiasıydı. İster Beat’lerin şiirsel yolculuğu, ister hippilerin ütopik vizyonları ya da punk’ın çiğ meydan okuması olsun, bu hareketler modernitenin yarattığı yabancılaşmaya karşı otantik tepkiler olarak ortaya çıktı. Yine de ortak bir kırılganlık onları birleştirdi: sembollere ve estetiğe olan bağlılıkları. Bu semboller – batik boya, çengelli iğneler, siyah deri ceketler – isyanın kısaltması haline geldi ama aynı zamanda nihai olarak ele geçirilmelerine de kapı araladı. Radikal başkaldırı eylemleri olarak başlayan şeyler daha sonra tüketilecek, sulandırılacak ve kitlesel bir pazar için yeniden tasarlanacaktı. Karşı kültürün doğuşu, dönüştürücü olmakla birlikte, metalaşmasına da zemin hazırladı; bu paradoks bugün de isyanın mirasına musallat olmaya devam ediyor.
Kapitalizmin Sonsuz İştahı: Direnişten Kazanca

Kapitalizm, radikal olanı pazarlanabilir olana dönüştürerek muhalefeti özümseme ve metalaştırma becerisiyle büyümüştür. Bu amansız süreç, hiçbir isyanın dokunulmadan kalmamasını, hareketlerin dönüştürücü potansiyellerinden arındırılmasını ve kârlı trendler olarak yeniden markalaştırılmasını sağlamıştır. Örneğin, 1970’lerin punk hareketi, ham tavrı ve düzen karşıtı ethosuyla, şimdi lüks markalar tarafından satılan eskitilmiş deri ceketler ve çengelli iğne küpeler şeklinde mağaza raflarını işgal etmektedir. Anarchy in the UK artık, sömürücü çalışma koşulları altında üretilen malların üzerine basılan dekoratif bir slogandır. Tıpkı Kültür eleştirmeni Mark Fisher’ın Capitalist Realism’de ileri sürdüğü gibi;
Kapitalizmin en büyük gücü, muhalif hareketlerin estetik ve sembollerini piyasa mantığına entegre ederek onları etkisiz hale getirme kapasitesinde yatmaktadır.
Bu süreç altkültürlerin ötesinde, yapısal bir gereklilikten ziyade bir tüketici tercihi olarak yeniden çerçevelenen çevrecilik gibi sistemik eleştirilere kadar uzanmaktadır. Yeşil kapitalizmin yükselişi bu dönüşümü örneklemektedir: çevre dostu etiketler ve sürdürülebilir markalaşma pazarlama ortamına hakim olsa da, altta yatan sömürü sistemleri bozulmadan kalmaktadır. Hızlı moda markaları, sürdürülebilir olmayan hacimlerde giysi üretmeye devam ederken, geri dönüştürülmüş malzemelerin bir kısmıyla yapılan “bilinçli koleksiyonlar” pazarlamaktadır. Sürdürülebilirliği satın alınabilir bir yaşam tarzı tercihine indirgeyen kapitalizm, dikkatleri iklim krizindeki kendi suçluluğundan uzaklaştırmakta ve kendisini sorundan ziyade çözüm olarak yeniden konumlandırmaktadır.
İsyanın metalaştırılması yalnızca ekonomik bir olgu değil, aynı zamanda kültürel bir olgudur ve bir uyumluluk çerçevesi içinde bireysellik yanılsamasını teşvik eder. Dijital platformlar bu konuda kilit bir rol oynamakta, algoritmaları kullanarak bir yandan belirli “asi” estetikleri güçlendirirken bir yandan da bunların pazarda tutunabilmesini sağlamaktadır. Sosyal medya fenomenleri, kapitalist yapılara derinden bağlı kalırken, muhalefetin küratörlü versiyonlarını – minimalist yaşam tarzları, ikinci el alışverişler veya sosyal açıdan bilinçli tatiller – teşvik ederek bu paradoksu somutlaştırmaktadır. Bu durum, isyanın görünürlük ve tüketim için tasarlanmış bir performansa dönüştüğü ve nihayetinde meydan okuma iddiasında olduğu sistemleri güçlendirdiği bir döngü yaratmaktadır.
Kapitalizmin direniş konusundaki sonsuz iştahı, modern isyanın kırılganlığını ortaya koyuyor. Toplumsal normların eleştirisi olarak başlayan şey hızla asimile ediliyor, yeniden paketleniyor ve tüketicilere estetik bir tercih ya da kimlik işareti olarak geri satılıyor. İsyanın dili bile – ‘radikal’, ‘devrim’ ya da ‘yıkıcı’ gibi kelimeler – şirketler tarafından spor ayakkabılardan teknoloji girişimlerine kadar her şeyi pazarlamak için kullanılıyor. Bu sistemde muhalefet, değişimi kışkırtma gücünü kaybediyor, bunun yerine kapitalist statükoyu sürdürmenin bir aracı haline geliyor. Filozof Herbert Marcuse’nin One-Dimensional Man’de uyardığı gibi, muhalefetin egemen kültürün içine çekilmesi, gerçek alternatiflerin hayal edilmesinin neredeyse imkansız olduğu bir toplum yaratır. O halde yapılması gereken, bu iş birliğinin farkına varmak ve kazanç olarak yeniden markalanan isyanın baştan çıkarıcılığına direnmektir.
Yeşil Aklamalı İsyan: Bir Pazar Trendi Olarak Sürdürülebilirlik
Bir zamanlar sistemik dönüşüm için bir seferberlik çığlığı olan sürdürülebilirlik, elverişli bir piyasa trendi olarak kapitalist çerçeveye dahil edilmiştir. Yine bir zamanlar yaygın tüketimcilik ve ekolojik sömürüye karşı bir eleştiri olan sürdürülebilirlik, modern tüketici için özenle paketlenmiş, satın alınabilir bir kimlik olarak yeniden tasarlanmıştır. ‘Çevre dostu’, ‘sürdürülebilir’ ve ‘yeşil’ gibi terimler artık ürün etiketlerine ve reklam kampanyalarına hakim olsa da, bu terimlerin yaygınlığı çoğu zaman rahatsız edici bir yüzeyselliği gizlemektedir. Avrupa Komisyonu tarafından 2023 yılında yapılan bir araştırma, markalar tarafından öne sürülen sürdürülebilirlik iddialarının %42’sinin abartılı, yanlış veya yanıltıcı olduğunu ortaya koyarak yeşil aklama uygulamasını örneklemiştir. Sürdürülebilirliğin bu şekilde metalaştırılması, anlamlı bir ekolojik etki için gerekli yapısal değişiklikleri ele almazken, acil çevre sorunlarını kâr fırsatlarına dönüştürmektedir.

Yeşile boyanmış bu isyanın temelinde tüketicinin güçlendirilmesi yanılsaması yatmaktadır. Şirketler, sürdürülebilirliği mağaza kasasında bir seçenek olarak sunarak, sorumluluk yükünü bireylerin üzerine atmakta ve dikkatleri kendi uygulamalarından başka yöne çekmektedir. Örneğin, büyük hızlı moda markaları her hafta milyonlarca yeni giysi üretirken ‘organik’ ya da ‘geri dönüştürülmüş’ malzemelerden üretilmiş koleksiyonları öne çıkarmaktadır ki bu doğası gereği sürdürülemez bir modeldir. Bu esnada teknoloji devleri, üretimlerinin temelinde yatan sömürücü tedarik zincirlerini veya e-atık krizlerini ele almadan şık, enerji tasarruflu cihazlarını tanıtmaya devam etmektedir. Bu model, sistemsel zorlukları bireysel ahlaki ikilemler olarak yeniden çerçeveleyerek tüketicileri cüzdanlarıyla oy vermeye davet ederken, görünürde eleştirdikleri kaynak çıkarma ve atık sistemlerini de sürdürmektedir.
Sürdürülebilirliğe yönelik bu piyasa odaklı yaklaşım, çevre aktivizminin radikal potansiyelini de sulandırmakta, onu yapısal taleplerden ziyade estetik jestlere indirgemektedir. Sosyal medya bu sulandırmada önemli bir rol oynamaktadır; Instagram ve TikTok gibi platformlar, seçilmiş sürdürülebilir yaşam tarzlarını sergileyen paylaşımlarla dolup taşmaktadır. Mükemmel bir şekilde düzenlenmiş sıfır atık ekipmanlarından etik kaynaklı modayı tanıtan fenomenlere kadar, bu görüntüler sürdürülebilirliğin etkiden ziyade görüntüye öncelik veren istek uyandırıcı bir versiyonunu yaratmaktadır. Nielsen’in 2022 tarihli bir raporuna göre Z kuşağı tüketicilerinin %73’ü sürdürülebilir ürünler için daha fazla ödemeye hazırdır; bu ise hem onların değerlerini hem de sürdürülebilirliğin estetize edilmesine karşı kırılganlıklarını ortaya koyan bir istatistiktir. Yine de, tüketici odaklı bu aktivizm genellikle kapitalizmin yerleşik sistemlerine meydan okuyacak derinlikten yoksundur ve bunun yerine piyasa mantığının sınırları içinde bir özen performansı olarak hizmet eder.
Yeşille aklanmış isyan, kapitalizmin muhalefeti ele geçirme ve etkisizleştirme becerisini örneklemektedir. Sürdürülebilirliği bir trend haline getirerek, direnişi sistemik bir değişim talebi olarak değil, satın alınabilir bir dizi yaşam tarzı tercihi olarak yeniden tasarlar. Bu dönüşüm, şirketlerin çevresel amaçları savunuyor görünürken kâr odaklı modellerini sürdürmelerine olanak tanır. Kültür kuramcısı Naomi Klein’ın This Changes Everything adlı kitabında belirttiği gibi,
İklim krizine yönelik gerçek çözümler, özünde kuralsızlaştırılmış kapitalizmle çelişmektedir.

Sürdürülebilirlik yalnızca tüketici tercihleriyle sağlanamaz; çevresel bozulmayı sürdüren sistemlerin ortadan kaldırılmasını gerektirir. Buradaki zorluk, yeşille aklanmış söylemlerin baştan çıkarıcılığına direnmek ve sürdürülebilirliği pazardaki geçici bir trendden ziyade radikal bir meydan okuma eylemi olarak geri kazanmaktır.
Bir Marka Olarak Aktivizm: Performatif İsyanın Yükselişi
Görünürlüğün çoğu zaman değere eşit olduğu bir çağda, aktivizm radikal bir değişim arayışından küratörlü bir performansa evrildi. Sosyal medyanın yükselişi bu değişimi güçlendirdi ve bir zamanlar yıkıcı olan direniş eylemlerini markalaşma fırsatlarına dönüştürdü. Şirketler, ünlüler ve fenomenler aktivizmin dilini ve imgelerini benimseyerek kendilerini değişimin temsilcileri olarak sunarken çoğu zaman karşı çıktıklarını iddia ettikleri sistemlerin suç ortağı oldular. Örneğin, 2020’deki Black Lives Matter protestoları sırasında birçok marka pazarlama kampanyalarında hareketin sloganlarını ve estetiğini benimsedi. Ancak, Forbes tarafından 2021 yılında yayınlanan bir raporun ortaya koyduğu üzere, bu şirketlerin %20’sinden daha azı ırksal eşitliği desteklemek için somut adımlar attı. Performatif isyan, ilerleme için bir güç olmak bir yana, çoğu zaman eylemsizliği gizlemek ve statükoyu korumak için bir kılıf işlevi görür oldu.
Aktivizmin metalaşması belki de en çok, sosyal adalet mesajlarını kişisel markalaşma ile birleştiren bireyler olan “aktivist fenomenlerin” yükselişinde kendini gösteriyor. Instagram ve TikTok gibi platformlar aktivizmin içerik haline geldiği, beğeni, paylaşım ve para kazanma için tasarlanmış bir ekosistem yaratıyor. Bu tür bir görünürlük önemli meseleleri güçlendirebilirken, aynı zamanda onları önemsizleştirme, karmaşık sosyal mücadeleleri küçük boyutlu gönderilere ve modaya uygun etiketlere indirgeme riski de taşıyor. Pew tarafından 2023 yılında yapılan bir çalışmaya göre, gençlerin %60’ı sosyal adalet içerikli çevrimiçi paylaşımlarda bulunurken, yalnızca %22’si bu paylaşımları çevrimdışı eyleme dönüştürüyor. Bu kopukluk, özden ziyade görüntüye öncelik veren ve anlamlı bir etki yaratmadan katılım yanılsaması sunan performatif isyanın sınırlarının altını çiziyor.
Şirketler bu eğilimden faydalanarak aktivizm estetiğini benimsemiş ve kendi uygulamalarının sorumluluğundan kaçarken kendilerini ilerici davalarla aynı hizaya getirmişlerdir. Şirketlerin gerçek bir değişim gerçekleştirmeden kendilerini sosyal bilinçli olarak pazarladıkları “woke-washing” olgusu giderek daha yaygın hale gelmiştir. Markaların düşük ücretle çalışan kadın işçiler tarafından atölyelerde üretilen tişörtlerin üzerine ‘feminist’ sloganlar yazarak reklam yaptıkları moda sektörü buna örnek gösterilebilir. Bu tür çelişkiler, genellikle sistemik değişim yerine erdem sinyalleri veren marka güdümlü aktivizmin kofluğunu ortaya koymaktadır. Kültür eleştirmeni Sarah Banet-Weiser, Authentic™ adlı kitabında bu olguya değinerek, markalı aktivizmin kolektif mücadeleleri metaya dönüştürerek, meydan okuduğunu iddia ettiği eşitsizlikleri pekiştirdiğine dikkat çekmektedir.
Performatif isyanın yükselişi, çağdaş aktivizmdeki daha derin bir krizi yansıtıyor: radikal yönünün erozyona uğraması. Pazarlanabilirliğe ve görünürlüğe öncelik veren aktivizm, bir dönüşüm aracı olmaktan ziyade bir gösteriye dönüşme riski taşıyor. Bu değişim sadece gerçek hareketlerin inandırıcılığını zayıflatmakla kalmıyor, aynı zamanda sinizmi de besleyerek kolektif eylemi harekete geçirmeyi zorlaştırıyor. Modern toplumun bireysel ifade saplantısı kolektif deneyimleri parçalayarak aktivizmi birbirinden kopuk bir dizi performansa indirgiyor. Oysa aktivizm, gücünü geri kazanmak için markalaşmanın cazibesine direnmeli ve yapısal değişimin rahatsız edici, dağınık ve çoğu zaman görünmez tarafına yeniden odaklanmalıdır. Sadece performatif isyanı reddederek aktivizmin dünyayı altüst etme ve yeniden hayal etme potansiyelini geri kazanabiliriz.
Bireyselliğin Krizi: İsyanın Algoritmik Olarak Güçlendirilmesi
Dijital çağda bireysellik, yalnızca isyanın nasıl ifade edildiğini değil aynı zamanda nasıl tüketildiğini de şekillendiren algoritmalar tarafından giderek daha fazla dolayımlanır hale geldi. Sosyal medya platformları ve yayın hizmetleri kendini ifade etmek için sonsuz olanaklar vadediyor, ancak algoritmaları genellikle benzersizlik kisvesi altında aynılığı pekiştiren geri bildirim döngüleri yaratıyor. Mevcut kullanıcı davranışlarıyla uyumlu içeriğe öncelik vermek üzere tasarlanmış olan bu sistemler, bireyleri özgün keşifler yerine homojenleştirilmiş eğilimlere yönlendiriyor. Jaron Lanier’in Ten Arguments for Deleting Your Social Media Accounts Right Now adlı kitabında gözlemlediği gibi, algoritmalar popüler ve pazarlanabilir olanı güçlendirerek kullanıcıları manipüle ediyor, en radikal fikirleri bile sindirilebilir, metalaştırılmış biçimlere dönüştürüyor. Bu dinamik, isyanı algoritmik onayın sınırlarıyla kısıtlanmış, küratörlü bir performans olarak yeniden tanımlıyor.
İsyanın algoritmik olarak güçlendirilmesi, dijital platformların belirli muhalefet estetiğini nasıl güçlendirdiğinde özellikle görülebilir. Örneğin TikTok’un algoritması, trend olan etiketler ve görsel imalarla etkileşime giren kullanıcıları ödüllendirerek cottagecore, dark academia veya thrifting gibi “alternatif” hareketlerin yaygın olarak tekrarlanan kültürel fenomenler haline gelmesini sağlıyor. The Atlantic’in 2022 tarihli bir yazısı, TikTok’un Keşfet sayfasının, kullanıcıları kolayca metalaştırılan önceden tanımlanmış altkültürlere yönlendirerek, benzersizlik kisvesi altında uyumluluğu nasıl teşvik ettiğini vurguluyor. Bu bağlamda, isyan bir meydan okuma eylemi olmaktan çıkıyor ve bunun yerine pazarlanabilir bir kimlik haline geliyor, siyasi aciliyetinden sıyrılıyor ve bir görsel göstergeler koleksiyonuna indirgeniyor. Sonuç, bireyselliğin icra edildiği ama asla tam anlamıyla gerçekleştirilemediği estetik bir yankı odası oluyor.
Dahası, algoritmalar tehlikeli bir paradoksu sürdürüyor: kullanıcıları isyanı somutlaştırmak yerine tüketmeye teşvik ediyorlar. Instagram ve Pinterest gibi platformlar, karşı kültürel hareketlerin sabitlendiği, paylaşıldığı ve beğenildiği alanlar yaratarak muhalif eylemleri dijital tüketim ürünlerine dönüştürüyor. Bu dinamik isyanla pasif bir ilişki kurulmasını teşvik ediyor, bireyler hareketlere katılımcı olmaktan ziyade seyirci olarak dahil oluyor. Örneğin, ikinci elden ilham alınarak tasarlanan kıyafetler pazarlayan hızlı moda markalarının yükselişi, tüketim karşıtı değerlerin tüketimci uygulamalara nasıl dahil edildiğini gösteriyor. Ellen MacArthur Foundation tarafından hazırlanan 2021 raporu, ikinci el giysilere olan ilginin son beş yılda %60 oranında arttığını ortaya koyarken, büyük perakendecilerin aynı anda sürdürülebilirlik ahlakını baltalayan “vintage esintili” ürünler piyasaya sürdüğünü ortaya koyuyor. Bu döngü, isyanın algoritmik sistemler içinde nasıl hem üretildiğini hem de etkisizleştirildiğini gösteriyor.
İsyanın algoritmik aracılığı, hiper dijitalleşmiş bir dünyada bireyselliğin geleceği hakkında acil sorular ortaya çıkarıyor. Gerçek ifade yerine etkileşim ölçütlerine öncelik veren bu platformlar, eleştirel düşünce ve kolektif eylem kapasitesini aşındırıyor. Filozof Shoshana Zuboff, The Age of Surveillance Capitalism adlı kitabında, insan davranışlarının metalaştırılmasının bireyleri veri noktalarına indirgediği, arzuları ve kimlikleri şirket çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeniden şekillendirdiği uyarısında bulunuyor. Bireyselliğin bu krizine direnmek için, isyanı onu metalaştıran algoritmalardan geri almak gerekiyor. Bu da, muhalefetin seçilmiş estetiğinin ötesine geçmek ve dijital kategorizasyona meydan okuyan direniş biçimleriyle – dağınık, yıkıcı ve platformların mantığı tarafından yönetilemeyen eylemlerle – meşgul olmak anlamına geliyor.

Özgünlüğün Ölümü: Hâlâ İsyan Etme Yeteneğimiz Var mı?
İsyanın giderek metalaştığı bir çağda, bir zamanlar muhalefetin temel taşı olan özgünlük elimizden kayıp gidiyor. İktidar yapılarına meydan okuma veya karşı kültürel bir kimliği ifade etme yeteneği, her başkaldırı eyleminin kapitalizm tarafından önceden emildiği ve etkisiz hale getirildiği bir dünya tarafından tehlikeye atılıyor. İsyanın ifade edilmesini sağlayan mekanizmalar – sosyal medya platformları, markalaşmış aktivizm ve piyasa trendleri – onu tüketim mantığıyla uyumlu hale getirerek özgünlüğünü zedeliyor. Fisher şöyle diyor.
Kapitalizm düşünülebilir olanın ufuklarını sorunsuz bir şekilde işgal eder ve direnişin genellikle bir simülasyon olarak ortaya çıktığı bir toplum yaratır.
Bu özgünlük erozyonu, isyanın öngörülebilir, hatta beklenir hale getirilmesinden kaynaklanıyor. Karşı-kültürel hareketler, onlardan faydalanmaya hevesli endüstriler tarafından öngörüldüğünde, yıkıcı olma kapasitelerini kaybederler. Bir zamanlar toplumsal uygunluğun içgüdüsel bir eleştirisi olan punk gibi hareketlerin nasıl moda trendleri veya nostaljik metalar olarak yeniden çerçevelendiğini düşünün. İsyanın görsel mecazları – deri ceketler, savaş botları ve mohawk saçlar – orijinal radikal amaçlarından yoksun stil tercihleri haline gelmiştir. Vogue’un “punk uyanışı” üzerine 2023 yılında yayınladığı bir yazı, bu estetiği kutlarken, onun düzen karşıtı köklerini görmezden gelerek, isyanın kitlesel tüketime uygun hale getirildiğinde nasıl depolitize edildiğini örneklemektedir. Böyle bir ortamda isyan bir tehdit değil, bir zamanlar yıkmaya çalıştığı sistemleri güçlendiren bir üründen ibarettir.
Dahası, dijital kültürün sağladığı sürekli görünürlük, otantik isyan arayışını karmaşık hale getirmiştir. Çevrimiçi platformların performatif doğası, bireylere meydan okumalarını iştah açıcı, ilgi çekici ve algoritma dostu şekillerde sergilemeleri için baskı yapmaktadır. Bu dinamik, mevcut kültürel anlatılara uyan isyanı teşvik ederek, direniş eylemlerinin değişimi kışkırtmak yerine onaylama sağlamak için tasarlandığı bir paradoks yaratır. Journal of Communication tarafından 2025 yılında yayınlanan bir çalışma, aktivist içeriklerle etkileşime giren sosyal medya kullanıcılarının çoğunun etkiden ziyade görünürlüğe öncelik verdiğini ve eylemlerini genellikle anlamlı bir etkileşimden ziyade beğeni ve paylaşım toplayacak şekilde çerçevelediğini ortaya koymuştur. Sonuç, isyanın performatif olduğu, gerçek inançlara dayanmaktan ziyade bir kitleye uyarlandığı bir kültürdür.
Yine de şu soru geçerliliğini korumaktadır: Hâlâ en gerçek haliyle isyan edebiliyor muyuz? Buradaki zorluk, isyanı onu metalaştırmaya çalışan sistemlerden ayırmakta yatıyor. Gerçek direniş piyasa mantığının dışına çıkmayı, görünürlüğün zorunluluklarını reddetmeyi ve kolayca ele geçirilemeyecek muhalefet biçimlerini benimsemeyi gerektirir. Bu, bireysel ifade yerine kolektif eyleme öncelik vermek ya da dijital kültürün performatif çerçevelerini reddeden meydan okuma eylemlerine girişmek anlamına gelebilir. Otantik başkaldırı, rahatsızlık riskini göze almayı, sadece toplumsal normlara değil aynı zamanda muhalefete aracılık etmeye çalışan mekanizmalara da meydan okumayı salık verir. Bunu yaparak, isyanın dönüştürücü potansiyelini yeniden keşfedebilir ve sürekli olarak altını oymaya çalışan bir dünyada özgünlüğü geri kazanabiliriz.
Kapatırken: Uyum Karşıtlığının İronisi

İsyanın modern çehresi derin bir ironiyi gözler önüne seriyor: Bir zamanlar radikal değişimin öncüsü olan anti-konformizm, şimdi yıkmaya çalıştığı yapıların içinde büyüyor. Muhalefetin bir meta, bireyselliğin ise pazarlanabilir bir estetik haline geldiği bir dünyada, isyan eylemi çoğu zaman dönüştürücü potansiyelinden arındırılmış durumda. Geriye sterilize edilmiş, performatif bir direniş yankısı kalıyor; kapitalist düzeni yıkmaktan ziyade pekiştiren bir yankı. Kültür eleştirmeni Thomas Frank’ın The Conquest of Cool’da yazdığı gibi, “Kapitalizm her şeyi satabilir, hatta yıkıcılığın kendisini bile.” Bu metalaştırma isyanı sadece etkisiz hale getirmekle kalmıyor; onu tüketim mekanizmasının bir başka dişlisine dönüştürerek sistemik eşitsizliklere karşı koyma gücünü de aşındırıyor.
İsyan mekanizmalarının genellikle eleştirmeyi amaçladıkları güçler tarafından nasıl yaratıldığı ve sürdürüldüğü düşünüldüğünde ironi daha da derinleşiyor. Algoritmalar, şirketler ve fenomenler muhalefetin dilini ve imgelerini benimseyerek kitlesel tüketim için cazip bir ürüne dönüştürüyor. Bir zamanlar yıkıcı bir güç olan şey, bir pazarlama stratejisi, bir estetik ya da bir yaşam tarzı tercihi haline geliyor. Örneğin, uyanmış kapitalizmin yükselişi, şirketlerin zararlı uygulamaları sürdürürken markalarını güçlendirmek için sosyal adalet hareketlerinden nasıl yararlandıklarını gösteriyor. 2023 yılında Harvard Business Review’da yapılan bir analiz, büyük şirketlerin %75’inden fazlasının sosyal bilinç söylemini benimserken, %30’undan daha azının bu sorunları ele almak için önemli politikalar uyguladığını ortaya koyuyor. Bu durum, isyanın görünüşü ile pratik sonuçları arasında keskin bir kopukluk olduğunu deşifre ediyor ve metalaştırılmış anti-konformitenin kofluğunun altını çiziyor.
Özünde, anti-konformitenin ironisi kapitalizmin çekiminden kaçamamasında yatar. Görünürlüğe, pazarlanabilirliğe ve kâra değer veren sistemler içinde faaliyet gösteren isyan, çoğu zaman karşı çıktığı konformitenin yansıması haline gelir. Bu paradoks, statükoya meydan okuduğunu iddia eden hareketler bunun yerine statükonun dinamiklerini kopyaladıkça hayal kırıklığını besler. Filozof Slavoj Žižek, First as Tragedy, Then as Farce adlı kitabında bu olguyu, isyanın bir tüketim ve gösteri döngüsüne eklemlendiği “yıkıcılığın sembolik üstünlüğünü yitirmesi” olarak tanımlıyor. Tehlike, bu döngünün yalnızca isyanın gücünü değil, aynı zamanda kolektif hayal gücümüzü de aşındırması ve kapitalizmin sınırlarının ötesinde alternatifler öngörme yeteneğimizi sınırlamasıdır.Yine de bu ironinin farkına varmak nihilizme boyun eğmek anlamına gelmez. İsyanın metalaşması kaçınılmaz bir son nokta değil, üstesinden gelinmesi gereken bir zorluktur. Gerçek anti-konformite, görünürlük ve pazarlanabilirlik kurallarına göre oynamayı reddetmeyi, isyanı performanstan ziyade bir yıkım eylemi olarak geri kazanmayı gerektirir. Direnişin radikal bir şekilde yeniden düşünülmesini gerektirir; yüzeysel jestler yerine sistemik değişime, bireysellik yerine topluluğa ve metalaşma yerine özgünlüğe öncelik veren bir direniş. Uyum karşıtlığının ironisini aşmak için, başkaldırıyı sınırlayan çerçeveleri yok etmeye istekli olmalı, muhalefet için seçilemeyen veya metalaştırılamayan yeni alanlar yaratmalıyız. Ancak o zaman anti-konformite, ona umutsuzca ihtiyaç duyan bir dünyada dönüştürücü potansiyelini geri kazanabilir.
Kapak Fotoğrafı: Banksy – Destroy Capitalism
Referanslar:
Theodore Roszak, The Making of a Counter Culture (Anchor Books, 1969)
Mark Fisher, Capitalist Realism: Is There No Alternative? (Zero Books, 2009)
Herbert Marcuse, One-Dimensional Man (Routledge & Kegan Paul, 2007)
European Consumer Organisation Green Claims Report, 2023
Nielsen, Brand Sustainability Report, 2022
Naomi Klein, This Changes Everything: Capitalism vs. The Climate (Alfred A. Knopf Canada, 2014)
Christian Weller, A Hot Labor Market Is Not Enough For Racial Equality (Forbes, 2022)
Pew Research Center, Americans’ views of and experiences with activism on social media (2023)
Sarah Banet-Weiser, Authentic™: The Politics of Ambivalence in a Brand Culture (NYU Press, 2012)
Jaron Lanier, Ten Arguments for Deleting Your Social Media Accounts Right Now (Henry Holt and Company, 2018)
Arthur Holland Michel, “What Happens When Everything Becomes TikTok” (The Atlantic, 2022)
Ellen MacArthur Foundation, The trends and trailblazers creating a circular economy for fashion (2021)
Shoshana Zuboff, The Age of Surveillance Capitalism: The Fight For A Human Future At The New Frontier Of Power (Hachette Book Group, 2019)
Jonah Waterhouse, “Punk is back, but not how you remember it.” (Vogue, 2023)
Carolyn E. Schmitt, Lee McGuigan, “We the Consumers: The Conservative “Parallel Economy” as Reactionary Commodity Activism” (International Journal of Communication, Vol 19, 2021)
Thomas Frank, The Conquest of Cool: Business Culture, Counterculture, and the Rise of Hip Consumerism (University of Chicago Press, 1997)
Ioannis Ioannou, George Kassinis, and Giorgos Papagiannakis, “How Greenwashing Affects the Bottom Line” (Harvard Business Review, 2022)
Slavoj Žižek, First as Tragedy, Then as Farce (Verso, 2009)