Yıl 2019, Los Angeles. İnsanlık, Nexus 6 adı verilen ve dış görünüş olarak tamamıyla kendilerine benzeyen robotlar geliştirmiştir. Korku, endişe, kıskançlık ve sevgi gibi duyguları da geliştirebilen bu robotları insandan ayırmanın tek yolu ise Voight-Kampff adı verilen, temelde göz bebeklerindeki büyümeyi ölçen bir empati testidir. Uzay kolonisinde köle olarak çalışan dört adet replikanın dünyaya kaçması sonucunda, ana karakter Deckard, bu androidleri “emekli etmekle” yani ortadan kaldırmakla görevlendirilir.
İnsan nedir? Neye veya kime insan diyebiliriz? Duygulara sahip olmak insan olmak için yeterli midir? Düşünmek var olmanın gerçekten belirtisi midir? Bu gibi sorular felsefe tarihi boyunca sayısız düşünürün aklını kurcalamıştır. Dijital teknolojilerin gelişmesi ve makinelerin hayatımızın bir parçası haline gelmesiyle birlikte, özellikle yapay zekanın fazlasıyla önem kazandığı ve birçok meslek grubunu ortadan kaldırmakla tehdit ettiği bu günlerde, Blade Runner filmini sunduğu neo-noir hikâyenin dışına çıkarak yarattığı atmosferin bağlamında anlamak oldukça önem arz ediyor. Daha uzun bir ömür elde etmek isteyen replikalar (dış görünüş itibariyle tamamıyla insana benzeyen ve çeşitli duygu durumlarını geliştirebilen robotlar) ve onları avlayan Blade Runner isimli özel polis birimlerinin var olduğu distopik bir gelecekte geçen hikâye; bizlere hiç kesilmeden yağan yağmurun, neon ışıkların ve Vangelis’in insanın ruhuna işleyen müziklerinin atmosferinde, aşk temasını da merkeze alarak, avlayan ve avlananın bir noktada birbirine karıştığı bir dedektiflik öyküsü sunuyor.
Postmodernizm ve Siberpunk
Postmodernizmi birkaç cümlede tanımlamak oldukça zor olsa da onu modernizmden bir kopuş ya da mantıksal yaklaşımların ve ideolojilerin çalışmadığı bir süreç olarak tanımlayabiliriz. Bu süreç insanın gerçeklikten uzaklaştığı, kavramların yavaş yavaş anlamlarını kaybettiği ve günümüz modern şehirlerinde, hızlı gelişen hayatlarımızda da kişinin “benliğinin” kaybolduğu hem modernizm sonrası hem de modernizm ötesi olarak tanımlayabileceğimiz bir süreçtir. Özellikle Fransız psikanalist Jacques Lacan postmodernizmi Freud’un anlatılarını baz alarak, dil, kimlik ve tutkular bağlamında açıklar. Ona göre kimlik, yani insanın kişiliği bu postmodernist süreçte parçalanmıştır. Özellikle Lacan’ın bireyin benlik duygusunu Öteki’nin bakışıyla şekillendirdiği ayna evresi kavramı, Blade Runner’in hikayesi bağlamında, replikaların kendi benliklerini oluşturmaya çalışma mücadelesiyle paralellik gösterir.
Lacan’ın etik teorisi, arzu ile gerçek arasındaki ilişkiye, herhangi bir kelimenin veya belirlenimin ötesinde yer alan adlandırılamayan/gösterilemeyen öğe üzerine odaklanır. Lacan’a göre kaygı bu gösterilemeyen öğe ile karşılaşma tehlikesi yaşandığında ortaya çıkan bir duygulanımdır.
E. Kaçar, 2022
Siberpunk ise bilim kurgunun bir alt dalıdır, özellikle Alien (1979), Strange Days (1995), Dark City (1998) ve Terminator (1988) gibi filmlerde karşımıza çıkan Siberpunk evrenlerde, yüksek düzeyde teknolojiye rağmen toplumsal çöküş, suç oranlarında artış ve çeşitli ahlaki yozlaşmalar görülür. Özellikle 1990 sonrası sinemada kendini oldukça gösteren Siberpunk türü, gerçekliği, endüstri devrimi sonrası hızla artan teknolojik gelişimin olumsuz taraflarını ve insanın kaybolmakta olan özünü, ironik bir şekilde resmeder.

Blade Runner’a baktığımız zaman oldukça kalabalık, kozmopolit bir şehir görüyoruz, 2019’un Los Angeles’ı olarak geçmesine rağmen atmosfer daha çok Tokyo’yu veya Hong Kong’u andırıyor. Neon ışıklar, reklam panoları, terk edilmiş mekanlar, yasadışı çalışan genetik mühendisleri, yılan ticaretiyle uğraşan zenginler, yapay hayvan üretimi. Makinelerin insan hayatının her zerresine dokunduğu çarpık bir modernite, bozulmuş ve kötüyle kullanılan teknolojinin getirdiği bir distopya. Blade Runner’ın evreninde imkanlar gelişiyor ama yaşam koşulları iyileşmiyor, tersine her şey çöküyor. Tıpkı androidlerin kısa ömrü gibi, filmde androidler yani replikalar, parlak ve çok güçlü bir şekilde yanan bir mum ışığına benzetiliyor. Onlar, gözleriyle pek çok şeye şahit olmuş, çok hızlı yaşamış varlıklar fakat ne yazık ki ömürleri her geçen saniye tükeniyor, tıpkı bir mum fitilinin erimesi gibi. Şehir ve toplumun çoğunluğu da androidler ile aynı kaderi paylaşırken, burjuva kesim ise daha elverişli yerlerde, örneğin, dünya dışı kolonilerde hayatlarını sürdürüyorlar. Bu yönden Blade Runner postmodernist bir toplum anlatısı sunuyor izleyiciye.
Gerçek ve Gerçeküstü, İnsan ve Öteki

Tüm bu anlar zamanın içinde kaybolacak, tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi.
Giuliana Bruno, “Ramble City: Postmodernism and Blade Runner” isimli makalesinde, filmdeki replikaların maruz kaldığı benlik sorunlarını, Jean Baudrillard’ın Simulakrum kavramı üzerinden açıklıyor. Baudrillard’a göre simulakrum kavramı, gerçeklik ile onun temsili arasındaki farkın ortadan kalktığı bir durumu ifade eder. Ona göre, postmodern toplumda imgeler artık bir gerçekliğe referans vermez; bunun yerine, kendi kendini referans alan bir simülasyon dünyası yaratırlar. “Simulakra ve Simulasyon” isimli kitabında Baudrillard, postmodern çağda, toplumun gerçekliğin simgelenmesinden ayrılıp, bir hipergerçeklik durumuna geçtiğini savunur, bu durumda işaretler ve semboller, gerçeklikle bağlarını tamamıyla koparmıştır. Baudrillard burada Disneyland’ı örnek verir, Disneyland bizlere yapay ve gerçekliğin idealize edilmiş bir halini sunar ve dış dünyadan daha gerçek hissettirir, bu yönden sadece bir fantazinin temsili olmakla kalmaz, kendi oluşturduğu bir gerçeklik haline gelir. Günümüzde ise realite şovlarını, sosyal medya ve “Influencer” kültürünü, hayatın normalde olduğundan çok daha farklı yansıtıldığı alanları bu kavrama örnek olarak gösterebiliriz.
Üst gerçeklik, gerçekliğin bir kopyasının bir kopyasına dönüştüğü bir aşamadır. Artık orijinal gerçekliğin bir örneği yoktur; sadece kopyalar ve taklitler vardır.
Jean Baudrıllard
Blade Runner filmindeki replikalar ise mükemmel simulakra örnekleridir. Hem dış görünüş hem de dilsel beceri açısından insanı neredeyse kusursuz bir biçimde taklit ederler ve onların bu varlıkları gerçek ve sahte arasındaki çizginin bulanıklaştığı, rahatsız edici bir duruma sürükler bizleri. Replikalar sadece insanları taklit etmezler, insanın sahip olduğu ne kadar özellik varsa hepsini öylesine benimserler ki bir noktada insanın yerine geçerler ve en sonunda bir taklit olmaktan uzaklaşıp, kendi kendilerinin gerçekliği haline gelirler.
Giuliana Bruno’ya göre bu sahte gerçeklik, Rachel karakteri ile mükemmelliğe ulaşır, türdaşları olan diğer replikalar arasında en gelişmiş olanı kendisidir çünkü ona bir geçmiş armağan edilmiştir. Deckard ona aksini söyleyene dek kendisinin bir replika olduğunu dahi bilmemektedir. Rachel, beynine yerleştirilen hatıralar ile kendisine bir kimlik inşa etmeyi başarır. Fakat filmdeki diğer replikalar, herhangi bir geçmişleri olmadığı için, kimliksiz durumdadırlar.
Benzer bir anlatı, Freud’un “Tekinsiz” kavramına da ilham veren “Der Sandmann” isimli hikâyede de karşımıza çıkar. Hikâyenin ana karakteri olan Nathaniel, Olympia isimli insansı bir robota, bir otomatona âşık olur, bu da aslında onun gerçeklikten kaçma arzusudur, Olympia onun için her şeyden daha gerçektir, ta ki hikâyenin sonuna kadar. Blade Runner’da gördüğümüz replikaların farkı ise onların tamamen insana benzemesidir, Voight-Kampff testi dışında, onların sahte olduğunu anlamanın neredeyse hiçbir yolu yoktur.Filmdeki androidler için geçmiş ve hafıza kavramları söz konusu değildir, kendilerine bir başlangıç çizmeye çalışır haldedirler. Bu yüzden kendilerine ait bir kimlikleri de yoktur, köle olarak çalışmak üzere tasarlanmalarına rağmen bir yandan duygu geliştirmeye elverişlilerdir. İronik olarak ise, böylesine akıllı bir form için dört yıl gibi oldukça kısa bir ömre sahiplerdir. Bu kısa yaşam süresi de onları elle tutulur bir gelecek fikrinden uzaklaştırıyor, bu bağlamda filmin sonunda Roy’un söylediği replik daha da anlamlı bir hale geliyor.
Benlik Kavramı

Filmin yönetmeni Ridley Scott’a göre, “İnsan gözü çift taraflı bir ayna gibidir, göz sadece dışarıyı görmekle kalmaz, aynı zamanda içeriden de çok fazla şey verir.” Blade Runner, Los Angeles’ın panoramik görüntüsünün ardından yakın çekimde bir replikanın gözüyle açılıyor. Film boyunca neredeyse her sahnede, aktörlerin gözü ilginç bir şekilde parlıyor, replikalarda ise sarı bir ışıltı mevcut. Scott ve ekibi bu görüntü tekniğini oyuncuların gözlerine özel bir ayna yansıtarak başarmışlar. Bu noktada ise ingilizcede göz anlamına gelen “Eye” kelimesi ile birinci tekil şahıs, yani ben anlamına gelen “I” kelimesinin aynı okunuşa sahip olduğuna dikkat çekmekte fayda var. Konuyla alakalı olarak, replikaların lideri ve filmin kötü karakteri olan Roy, yaratıcısı Eldon Tyrell’i, gözlerini oyarak öldürüyor. Bu açıdan Blade Runner hem androidlerin hem de Deckard’ın muzdarip olduğu benlik problemini sadece ele aldığı hikayeyle değil, görsel bir yolla da açıklıyor.
Aşk ve Melankoli

Rachel, kendisini insan sanan, kendi doğasının farkında bile olmayan bir replika çünkü ona başka bir insanın hatıraları implant edilmiş. Bu hatıralar kendisinin mi, değil mi, anlayamıyor bile, ama onu diğer replikalardan ayıran şeyler de bu hatıraları oluyor. Film belki de şu soruları soruyor, bir insanın hatıralarını sildiğimiz zaman, benliğini de silmiş mi oluruz? Yaşamına dair her şeyi unutan bir insan, gerçekten eskisiyle aynı insan mıdır?
Yazıda daha önce sözünü ettiğimiz gibi Rachel, androidler arasında en gelişmiş olanı, çünkü kendisinin hatıraları, sahte de olsa annesi, tutunabileceği bir geçmişi var. Yani kendi kimliğini inşa edebilmiş, bu yüzden filmin sonunda hayatta kalıyor, türdaşlarının arasında sadece o başarıyor. Bu yönden Rachel, Deckard için o avladığı diğer replikalardan çok daha uzakta konumlanıyor.
Deckard, Rachel diye seslendiğinde onun için bir arayışı sembolize ediyor aslında Rachel ismi. Deckard, özünü ve doğasını kaybetmiş olan bu dünyada, mutluluğu ve anlamı arayan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Rachel’ı ise bu bozulmuş gerçeklikten, yapaylıktan ve abartılıktan bir kaçış figürü gibi görüyor.
Rachel’in Deckard’a “hiç şu Voight-Kampff testini kendi üzerinde denedin mi?” diye sorması, Deckard’ı ayrı bir varoluşsal krizin eşiğine sürüklüyor, yapay zekanın işlendiği eserlerde ana karakterin kendi benliğini sorgulaması bilinen bir fenomen olsa da Blade Runner filminde Deckard’ın gerçekten insan olup olmadığı açıklanmıyor, zaten filmin en iyi yaptığı şey de cevap vermekten ziyade soru sormak diyebiliriz.
İnsan olmaya çalışan androidlerin ve insanlığını kaybetmiş insanların olduğu bu evrende, Blade Runner aynı zamanda melankolik ve buruk bir aşk hikayesi olarak da yorumlanabilir. Deckard, filmin sonunda Polis memuru Gaff karakterinin yaptığı origami parçasını bulduğunda, tıpkı kendisi gibi başka replika avcılarının da Rachel’in peşine düşeceklerini anlıyor. Zaten düşmeseler bile, Deckard’ın da farkında olduğu üzere, Rachel çok kısa bir ömre sahip, bu acı gerçek de ikili arasındaki ilişkiyi daha trajik kılıyor.
Deckard ve Roy
Filmde Rutger Hauer’in canlandırdığı Roy Batty karakteri, beyaz perdenin en unutulmaz antagonistlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Replikaların lideri olan Roy, insanüstü bir fiziksel kabiliyete ve zekâya sahip olmasına rağmen, eninde sonunda varoluşunun geçici doğasıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Tıpkı John Milton’ın Paradise Lost eserindeki Şeytan (düşmüş melek) gibi, yaratılışına isyan ederek tanrısı Eldon Tyrell’den hesap soruyor. Filmin başında Roy’un “Ateş kanatlı melekler düştüler” sözüyle başlayan repliği de İngiliz şair William Blake’in “America, a Prophecy” adlı kitabına göndermedir ki bu eserde de benzer şekilde, dini metaforlar ve Milton esinlenmeleri karşımıza çıkar.

Tyrell’i öldürmeden önce sarf ettiği “Yaratıcınla yüzleşmek kolay şey değil.” sözü yalnızca bir öfke patlaması değil, aynı zamanda varoluşsal bir sorgulamadır. Kendi yaratılışının ardında yatan sebebi arayarak, bir nevi tanrısına meydana okur, ancak tatmin edici bir cevap bulamaz. Neredeyse her insan gibi o da daha uzun bir ömür istemektedir, fakat ne yazık ki onlar yani replikalar, parlak bir şekilde yanıp hızlıca sönen mum alevlerinden ibarettir.

Bu ikilikte Deckard karakteri Roy’un tam zıttı olarak konumlanıyor, kendisi sıradan bir replika avcısı, yani Blade Runner olarak, görevini sorgulamayan, makine gibi işleyen bir insan. Ancak hikâye boyunca yaşadığı olaylar, özellikle Rachel ile tanışması, onu bir kişilik buhranına doğru sürüklüyor ve Deckard en sonunda kendi varlığını sorgular hale geliyor. Deckard ismi de muhtemelen varoluş konusundaki ünlü sözüne herkesin aşina olduğu filozof Descartes’a bir gönderme. Roy’un aksine, Deckard yaşamak için savaşmaz, hayatta kalmaya çalışır. Roy ise, Deckard’ın aksine, tanıdığı son Nexus 6 olan Priss’in ölümüne şahit olduktan sonra yalnız kalır ve ölümünü kabullenip onu anlamlı kılmak ister.
Bu yüzden, çatının kenarında ölümle burun buruna gelen Deckard’ı öldürmez. Roy’un Deckard’ı hayatta bırakmasını hem bir merhamet göstergesi hem de insanlığa karşı son bir jest olarak yorumlayabiliriz. Filmin belki de en etkileyici sahnelerinden olan Roy’un son sözleri ise, yalnızca bir replikanın değil, doğadaki her varlığın karşı karşıya olduğu kaçınılmaz sonun hüznünü, insanoğlunun geçici doğasını vurgular.
Son Söz
1982 yılında ilk çıktığı zaman hem eleştirmenler hem de izleyiciler tarafından birçok olumsuz yoruma maruz kalan ve pek bir hasılat elde edemeyen filmin değeri, ne yazık ki üzerinden seneler geçtikten sonra anlaşılmış. Blade Runner’ı tek bir janr ile özdeşleştirmek elbette oldukça yanlış olur. Bilim kurgu, distopya, neo-noir, aşk gibi temaların birbirine geçtiği bu hikâyeyi yönetmen Ridley Scott kendisinin en kişisel filmi olarak tanımlıyor. Rutger Hauer ve Harrison Ford’un oyunculukları ve Vangelis’in üzerinden yıllar geçmesine rağmen hâlâ akıllarda yer eden film müzikleriyle birlikte Blade Runner, orjinal hikâyeye sadık kalan bir bilim kurgu uyarlaması olmanın yanı sıra; yaratmış olduğu evrenle ve insan doğasına dair sorduğu sorularla birlikte kendi başına var olmayı başarabilmiş, zamansız bir klasik.
Referanslar:
Begley, Varun. “‘Blade Runner’ and the Postmodern: A Reconsideration.” Literature/Film Quarterly, vol. 32, no. 3, 2004, pp. 186–92. JSTOR,
Bruno, Giuliana. “Ramble City: Postmodernism and ‘Blade Runner.’” October, vol. 41, 1987, pp. 61–74. JSTOR,
Kaçar, E. (2022). “Adlandırılamayanın Sınırında Etik Eylemin Olanağı: Lacan ve Kierkegaard’da Kaygı”, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 50, Denizli, ss. 33-44.
Güzel, Mehmet. (2015) “Gerçeklik İlkesinin Yitimi: Baudrillard’ın Simülasyon Teorisinin Temel Kavramları.”, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, sayı: 19, s. 65-84 ISSN 1306-9535
Rosenbaum, Alice. “The Sandman.” Freud Museum London