Felsefe Tarihinin Arzu ve Korkuları: Ütopya ve Distopya

Ütopya ve distopya kavramları her ne kadar tamamen birbirlerine zıt olsa da ortak yanları da vardır: ikisi de hayali, irrasyonel ve var olmayan dünya düzenleridir. Felsefe tarihi boyunca oluşturulan her ütopya aslında dönemin ve ülkenin ihtiyaçlarını, arzularını yansıtırken; her distopya da yine döneminin ve ülkenin en büyük korku, kaygılarını yansıtmaktadır. Bu bağlamda üretilen her ütopik ve distopik eser, aykırı yapısıyla döneminin düzenine bir başkaldırı, mevcut gerçeklikten kaçıştır.
©Midjourney

Felsefe tarihinde yalnızca geçmiş ve güncel zaman üzerine sorgulamalar değil, geleceğe yönelik de hayali sorgulamalar ve üretimler yapılmıştır. İdeal devlet ve toplum düzeni hayalini kapsayan ütopya kavramı, felsefe tarihinin neredeyse ilk yıllarından günümüze dek çeşitli düşünürler tarafından farklı açılardan incelenmiştir. İdeal toplum ve devlet düzenini en işlevsel şekilde kullanmayı yansıtan ütopya kavramında olduğu gibi, her şeyin tepetaklak olduğu, bir kaos ve karışıklık ortamının hüküm sürdüğü, devletin ve toplumun alabileceği en kötü, despot hali yansıtan distopya kavramı üzerine de farklı açılardan düşünceler üretilmiştir. 

Bütün insanlar iyi olmadığı sürece her şeyin iyi ve doğru olmasına imkân yoktur ve zaten insanların tümünün iyi olması da öyle bugünden yarına gerçekleşecek bir şey değil.

Thomas More, Ütopya

Ütopyanın Ortaya Çıkışı

Her şeyi göz önüne alacak olursak, öyle görünüyor ki Ütopya bize, herhangi birimizin yalnızca on beş yıl önce hayal edebileceğinden çok daha yakınmış. O zamanlar, bunu gelecekte altı yüzyıl sonraya taşımıştım. Bugün tek bir yüzyıl içinde bütün bu dehşet üzerimize çökebilecek gibi görünmektedir.

Aldous Huxley

Ütopya kavramı ilk olarak İngiliz devlet adamı Thomas More’un 1516 yılında ürettiği Utopia adlı eserinde karşımıza çıkar. Eski Yunanca kökenli Utopia kelimesi olmayan yer anlamına gelen ‘’ou topos’’ (οὐ τόπος) sözcüğünden gelmektedir. Tam da bu eserin yazıldığı dönemde İngiltere’ye hâkim olan kaos ortamından bir kaçış olarak hayal edilen ve ideal devlet düzenini kapsayan ütopya, bir ada olarak tasarlanmıştır. Thomas More’un ütopyası da aslında Platon’un ideal devlet düzenini anlattığı Devlet eserinde olduğu gibi, devlet yönetimi için toplumun belli sınıflara ayrıldığı bir düzene dayanmaktadır. Utopia’da her ne kadar geleneksel sınıflar bulunmasa da toplumda görev dağılımına göre bir yapı oluşturulmuştur. Yöneticiler halk tarafından seçilir, yönetim halkın doğrudan katılımına açıktır.

Thomas More, Ütopya ve Distopya
Thomas More

Antik Yunan döneminde Platon’un ideal devlet sistemini kapsayan ütopyası ise devlet adamlarını çalışanlar, bekçiler ve yöneticiler olmak üzere üç sınıfta toplamaktadır. Devletin ve toplumun üç ihtiyacı vardır: beslenmek, korunmak ve danışmak. Burada çalışan sınıfında çiftçiler, zanaatkarlar gibi meslek erbapları toplumu beslemektedirler. Bekçiler kategorisine giren askerler ise devletin güvenliğini sağlamaktadırlar. Son olarak Platon’un, danışma, karar alma ihtiyacını karşılayan yönetici sınıfa ise filozofları koyma fikri, döneminden günümüze dek tartışılacaktır. Platon’un ütopyasında toplum refahının sağlanması için önce devletin kendi içinde mükemmel şekilde düzenlenmesi gerekmektedir ki bu da her işi, o işi en iyi yapanın yapması gerektiği fikriyle özdeşleşmektedir. Dolayısıyla çalışanlar sınıfı çalışkan, bekçiler yani askerler sınıfı cesur ve yönetici sınıfı da bilgili olmak zorundadır. Bu nedenle yöneticiler sınıfını oluşturan toplumun bilginleri kuşkusuz siyaset bilgisine de sahip olan filozoflar olmalıdır Platon’a göre, bu üç sınıfı titizlikle belirledikten sonra tüm ihtiyaçları bu üç sınıf tarafından karşılanacak olan halk ise kendi haline bırakılabilir.

Ütopyalar, dönemin dünyasının algılanan kusurlarına ve haksızlıklarına bir yanıt olarak yaratılırlar.

Campanella’nın 1602’de kaleme aldığı Güneş Ülkesi (Città del Sole) ütopyası ise toplumun hem maddi hem de manevi olarak gelişimini çeşitler erdemler üzerinden açıklamaktadır, bu da eserde doğa ile uyum içinde olmanın altı çizilerek ele alınmıştır. İnsan, türünü gün be gün geliştirirken doğaya bağlı olduğunu unutmamalıdır, doğanın varlığının korunmasına önem verilmesiyle gelişebilecektir. Her ne kadar dönem, insan ve toplum dinamikleri değişiyor olsa da doğa baki kalmalıdır ki bu da insanın doğaya karşı bir sorumluluğudur. Campanella da yine Platon’un ideal toplum ve devlet düzeninde olduğu gibi alanında uzmanlaşmanın altını çizmektedir. Eğitim, sanat, savunma, siyaset, hukuk, bilim gibi her kategoride o alanın uzmanları faaliyet gösterecektir. Çünkü her bireyin alanında uzmanlaşmasının kolektife faydası olacak ve toplumsal refah ve ilerleme gerçekleşecektir. Her vatandaşın erdeminin önemini vurgulayan Campanella’nın bu görüşü, kısmen Kant’ın her bireyin erdemli olma zorunluluğunu ve evrensel bir ahlak yasası olduğunu belirttiği görev ahlakına da benzemektedir.

Ütopya ve Distopya

17. yüzyıla damga vuran bir diğer ütopya Yeni Atlantis ise Francis Bacon tarafından kaleme alınmıştır. Coğrafi keşiflerin etkisiyle değişen dünya ve toplum düzeninin kuşkusuz bireyleri de etkilemesiyle, Bacon’a göre olması gereken toplum düzeni bilim ve ahlak temelinde yeniden kurulmuştur ki burada Bacon, tıpkı Campanella’nın Güneş Ülkesi ütopyasında olduğu gibi erdemin önemi üzerinde sıklıkla durmaktadır. Bacon’a göre ise bu erdemi sağlayacak araç kuşkusuz bilgi olmalıdır, erdem bilgiye dayanmalıdır, böylece sarsılmaz ve kalıcı olacaktır. Bu iddiasıyla Bacon, tıpkı Platon’un ideal devlet düzenine gelen eleştiri gibi bilgiyi bu denli yücelterek yalnızca belli bir zümrenin ütopyasını sağlamak, ütopyayı topluma yaymadığı gerekçesiyle toplumun sınıflara ayrılacağı ve kutuplaşacağı üzerine eleştiriler almıştır. Diğer bir yandan erdemi direkt olarak bilgiye bağlaması bilginin doğruluğunun tartışılmasını da engellemiş olacak ve dogmatik bir düşünce ortamı yaratması gerekçesiyle aslında bir ütopya değil, uzun vadede bir distopya olacağına dair eleştirilmiştir.

19. yüzyıl filozof ve ekonomisti, sosyalizmin kurucusu Karl Marx ve aynı dönemde, yine Almanya’da yaşayan filozof Friedrich Engels’in komünizmin ilk bildirgesi olarak kaleme aldıkları Komünist Manifesto eserinde ütopyayı sınıfsız, eşit, özel mülkiyetin kalktığı bir toplum olarak tasvir etmişlerdir. Her ne kadar bu toplum düzeni bir kesim için ütopik olsa da bunu distopik bulanların sayısı da göz ardı edilemez. Döneminin düzenine bir başkaldırı olarak ortaya çıkan bu eser, etkilerini 19. yüzyıldan günümüze dek hem bir ütopya hem de bir distopya olarak sürdürmüştür.

Distopya – Korkulardan Beslenen Düzensiz Bir Dünya 

Ütopya ve Distopya, ©Midjourney
©Midjourney

Topluma hâkim olan refahın aksine distopyalarda, her şeyin olabileceği en kötü senaryo gerçekleşmektedir. Toplumda ne huzur ne adalet ne de güvenlik yoktur. Halk daima bir korku ve endişe içindedir. Bu karanlık dünyada her işlenen tema dönemin sistemine, ideolojisine ve toplum yapısına bir uyarı niteliğindedir. Devlet ya aşırı totaliter bir şekilde halka baskı uygulamaktadır ya da toplumu yönetemeyecek kadar dağınık durumdadır. Her ütopyada olduğu gibi distopyalar da aslında öznel tanımlar içerir. Bir devlet ve halk arasında oluşabilecek en güvensiz ortamın koşulları kişiden kişiye farklılık gösterebilir. 

Ütopyanın yanlış giden ideallerinin eleştirel bir incelemesi de diyebileceğimiz distopyalar, belirli siyasi veya sosyal ideolojilerin potansiyel sonuçlarını vurgulayan uyarı öyküleri olarak hizmet eder. Distopik anlatı genellikle gözetim, bireysel özgürlüğün kaybı ve teknolojinin yanlış kullanımı gibi temalardan beslenir.

En çok bilinen distopyalardan olan George Orwell’ın 1949 yılında kaleme aldığı 1984 adlı distopik eseri aynı zamanda bir bilim kurgu romanı olarak da değerlendirilebilir. 1984 dünyasında Büyük Birader adındaki diktatör, her vatandaşın her hareketini izlemekte, her vatandaş ‘ülke aleyhine’ fikirlere sahip olması halinde direkt tespit edilebilmekte ve her hareketi denetlenmektedir. Bu totaliter rejimde halk, bu güç karşısında aciz bir sürü haline gelmiş, temel haklarından olan özgürlük hakkından adeta vazgeçirilmiştir. Toplumda Büyük Birader’in uygun gördüğü dil konuşulmakta, uygun gördüğü gazeteler yazılmakta, uygun gördüğü rutin şeklinde yaşanmaktadır. Tüm bunları bir an bile olsun sorgulamak ise yasaktır, bir düşünce suçudur. Gerçeklik, diğer ülkelerin düzeni, dünya Büyük Birader’in istediği şekilde çarpıtılarak yansıtılmaktadır. Böylece bu distopyada Orwell, totaliter bir rejimde kontrolün özgürlüğü nasıl ele geçirdiği üzerinden bir dünya kurmuştur.

©Daniel Purba, Behance
©Daniel Purba

Ütopya ve Distopyanın Benzerliği Paradoksu

2150 de tüm fiziksel ihtiyaçlar karşılıksız ve bedel ödemeden sağlanıyordu. Haksızlık ve adaletsizlik olmadığı için suç diye bir şey yoktu. Dolayısıyla mahkemeler ve hapishaneler de yoktu.

Thea Alexander, M.S. 2150- Bir Makro Felsefe Klasiği

Görünüşte zıt doğalarına rağmen, ütopyalar ve distopyalar arasında çelişkili bir benzerlik bulunmaktadır. Amaç olarak bakılırsa, her ikisi de daha iyi bir dünya arayışına ve mevcut toplumların eleştirisine dayanır. Ütopyalar idealize edilmiş bir vizyon sunarken, distopyalar bu vizyonların potansiyel başarısızlıklarının kâbus gibi sonuçlarını temsil eder.

En ince detayına kadar bir ütopya yaratılmak istendiğinde bir noktadan sonra aslında bunun bir distopyaya dönmesi de kaçınılmazdır. Örneğin bir ütopyada da hapishanelere çok ihtiyaç yoktur çünkü suç yoktur; aynı şekilde distopik bir dünyada da adalet sistemi işlemediğinden hapishanelerin varlığı bile şüphelidir. Özünde, ütopya nasıl sistemdeki eksiklerin düzelmiş ve fazlasıyla iyileştirilmiş halini gösteriyorsa distopya da mevcut eksiklerin düzeltilmediği halde oluşacak en kötü senaryoyu kurgulamaktadır.

Hem ütopyalar hem de distopyalar, bizi toplumsal seçimlerimizin potansiyel tehlikeleriyle ve insan doğasının içsel ikiliğiyle yüzleşmeye zorlarlar.

Bazı eserlerde ise ütopya ve distopya o kadar iç içe girmiş ve ucu açık bırakılmıştır ki kimi okuyucu eseri ütopik bulurken kimisi içinse kuşkusuz distopyadır. 1932 yılında Aldous Huxley tarafından kaleme alınan Cesur Yeni Dünya eseri de kimi okuyucuya göre ütopik kimisine göre distopiktir. Çünkü disiplinli, totaliter, sert kuralları olan bir sistemin mükemmelliğe yakınlaştıracağına inananlar olduğu gibi bunu yalnızca halkın üzerinde işlevsel olmayan bir baskı yaratacağını düşünenler de olacaktır.

İlginizi Çekebilir!
Büyük Ozan’ın Tiyatroya Vedası: The Tempest