Kültürel her öğe, dilsel göndergeler aracılığıyla anlam kazanır. Bu durumda, insan-olmayan hayvanlarla ilişkimizi sorunsallaştıracaksak, yani bir yanıyla da zenginleştireceksek yapılması kaçınılmaz olan şey dilin nasıl ortaya çıktığına ilişkin en temel argümanları sınamaktır. Bunu yapmadığımız her vakit, insan ve insan-olmayan hayvan ilişkisindeki iletişimin temel yapısını sorgulamıyor oluyor ve daha kötüsü, kaçak dövüşerek insan denen kibirli varlığı mağlup edebileceğimizi sanıyoruz. Kaçak dövüşmektense bugün dil denildiğinde ilk fikirleri -sanki biz düşünmüşüz gibi- aklımıza düşüren ve bunu hararetli biçimde savunmamıza neden olan dilbilimin analarını-babalarını sorguya çekmemiz, akıllı bir filozofun dediği gibi bu işin felsefesini yaparken elimize çekicimizi almamız gerekiyor. İşte o zaman anlaşılabilir ki dil başta olmak üzere insana içkin varsayılan her şey, insanın hizmetine peşkeş çekilmiştir. İnsanmerkezliliğin sınırları, insanın arzusunun sınırlarıyla paralellik göstermektedir, sonsuza kadar.
Dilin Kökenine Dair Tartışmalar: Doğal Yeti mi, Beşeri İnşa mı?
Dilin, doğal bir yeti olarak insanda ortaya çıktığı ve evrimsel biyolojik süreçle de kapasitesinin geliştiği iddiası; dilin kültürel, çevresel ve toplumsal/sosyal faktörler doğrultusunda ortaya çıktığı, tarih içerisindeki aktarımlarla da geliştiği iddiasıyla çatışır. Bu tartışma için Noam Chomsky, Steven Pinker, Charles Darwin, Lev Vygotsky, Jean Piaget, Michael Halliday, Terrence Deacon ve George Lakoff gibi isimlere karşılaştırmalı bakabilirsiniz. Dilin doğal bir yeti olarak kabul edilmesi, insan türünün ilineklerinden kabul edilerek, aksini savunanlar için biyolojik bir duvar örülmesi demektir. Bugün kim çıkıp “İnsan, en az beş duyu aracıyla çevresini duyumsayan bir canlı değildir” diyebilir? Elbette ki kişinin bunu demesi için görme, işitme, dokunma, koklama ve tat almayı sağlayan reseptörlerimize karşı kör olması gerekir. Bir şeyin tarihsel süreç içerisinde doğal olarak ortaya çıktığı iddiası, bizi evrimsel biyolojinin değişmez, katı duvarlarıyla yüzleştirir. Bunu da aşmak pek mümkün değildir çünkü 80 yıllık insan ömrümüz, evrimsel biyolojinin -bu boyuttaki- değişim/dönüşüm sürecini gözlemlememize yetmez, tabii tarihin bir noktasında zaman makinesi bulunmazsa… Hal böyle olunca da dilin, insana içkin bir doğal yeti varsaymak, daha en başından insan-olmayan hayvanlarda dilsel yetilerin olmadığı iddiasını beraberinde getirir. Bu varsayım üzerinden karşımıza iki ayrı yol çıkar: Ya dilin insana içkin doğal bir yeti olduğunu fakat iletişimin başat öğesi olmadığını kabul ederek insan ve insan-olmayan hayvan ilişkisinde merkezimizi dilmerkezli bir iletişimden iletişim merkezliliğe kaydıracağız ve iletişimin sınırlarında dilin yek öğe olup olmadığını tartışacağız; ya da dilin insana içkin doğal bir yetisi olduğunu kabul ederek, insan-olmayan hayvanlarla kurduğumuz ilişkide iletişimin rolünün sandığımız kadar önem arz etmediğini ve bu nedenle de dilin tartışılmasının gereksiz olduğunu söyleyerek asıl önemli olanın türlerarası özerk alanların yaratılması gerektiğini savunacağız.
Dilin nasıl ortaya çıktığına ilişkin bir diğer taraftaki dilin kültürel, çevresel ve toplumsal/sosyal faktörler doğrultusunda ortaya çıktığı iddiası da merkeze kültür, çevre, toplum gibi alanları koyar. Buradaki dikkat çeken nokta, bu iddiadaki dilin insana içkin olup olmadığı değil, nasıl ortaya çıktığıdır. Günün sonunda bu argüman da dilin insana içkin bir şey olduğu üzerinden tartışır. Elbette aramızda kimi romantikler çıkarak “madem ki dil, çeşitli alanlar yoluyla inşa edilen bir şeydir o zaman insan-olmayan hayvanlar da bu alanlar vasıtasıyla bunu inşa etmiş olabilir” diyebilirler, fakat dilin inşa edilmiş bir şey olduğu iddiasının, dilin doğal bir yeti olduğunu söyleyenlere nazaran daha esnek olması, maalesef ki iddianın insanmerkezli bir düşünüşle ortaya atıldığı gerçeğini değiştirmez. Çekicimizi elimize alıp şunu sormamız gerekir: “Dilin inşa edildiği kültür, toplum, çevre gibi unsurlar, insanın kültürü, insanın toplumsal yapısı, insanın çevresi midir?”. Belki de karşıdan şöyle bir cevap gelir: “Hayır tabii ki de, insanın kültürü olur mu? Kültür zaten insanda olan bir şeydir, sonuçta insan tarihi olan bir varlıktır…”. Görüldüğü üzere dilin doğal bir yeti olmadığı iddiası da bizi insanmerkezlilikten kurtarmaz. Bu durumda iddiayı kabul ederek izlememiz gereken iki yol vardır: ya dilin kültürel, çevresel ve toplumsal/sosyal bir inşa olduğunu kabul ederek, dili oluşturan unsurların insana içkin olmadıklarını, dilsel yapıyı inşa edebilecek yeterlilikteki unsurların insan-olmayan hayvanlarda da bulunduğunu/bulunabileceğini etolojik/multispecies etnografik ampirik çalışmalara dayandırarak savunacağız; ya da dili oluşturan unsurların sadece insana içkin olmadığını, daha doğrusu, kültür, sosyal/toplumsal ve çevresel faktörlerin insan ve insan-olmayan hayvanların ortak etkileşimi sonucu ortaya çıktığını, bu yüzden de dilin aslında türlerarası ortaklaşmacı bir biçimde inşa edildiğini savunacağız.
İletişimin Yüzleri: Dil ve Dil-Ötesi Arayışlar
Dilin doğal bir yeti mi olduğu yoksa belirli unsurlarla inşa mı edildiği iddialarını takip etmek bizi yorar. Belki de bir uzlaşım alanı olarak dili, insana içkin doğal bir yeti olsun veya olmasın, doğadaki diller arasından sadece bir tanesi kabul etmeli ve insan-olmayan hayvanların da kendi dilsel yapıları olduğunu tartışmalıdır. Bunun da ampirik bulgularını kendi türümüzün diğer türlerle ilişkisine bakarak sağlayabiliriz. Bu durumda dilin doğal bir yeti olarak mı ortaya çıktığı yoksa çeşitli unsurlar tarafından mı inşa edildiğinin bir önemi kalmaz. Doğal da olsa, insana içkin unsurlarla inşa edilmiş de olsa, insandaki dili, olduğunu varsaydığımız diğer diller içerisinde bir tanesi olarak kabul ettiğimizde, merkeze insanı koymamış oluruz. Ötekinin doğallığını, sosyal-kültürel ve çevresel faktörlerini mercek altına alarak dilsel yapısını anlamaya çalışıyoruz. Bu iddia üzerine “Dil denen şeyi, sadece insanda olan bir şey olmaktan çıkarıp, insan-olmayan hayvanların da dillere sahip olabileceği iddiasını öne sürüyorsunuz, fakat bizim dil tanımımız insanı ve insansı olan şeyleri refere etti ve ediyor. İnsan-olmayan hayvanlardaki dil kendisini nasıl gösterecek? En temel teknik özellikleri, örneğin ağzını ve içerisindeki dilini kullanarak sesleri nasıl çıkaracak?” denebilir. İşte bu eleştiri bizi, başka bir sorgulamaya iter: Dil nedir? Yani yukarıda dilin nasıl ortaya çıktığı sorusundan da önceye giderek, dilin ne olduğunu tartışmamız gerekir. Dilin neliğini ele aldıktan sonra, dilin nasıl ortaya çıkışını farklı türler özelinde sorgulanabilir ve ancak o zaman bunun türlerarası iletişime etkisini anlamaya çalışabiliriz.
Dil, kabaca ifade etmek gerekirse, bir iletişim aracıdır. Tek bir iletişim aracı değildir, fakat en güçlü iletişim aracıdır. Diğer iletişim araçları içerisinde jestleri, mimikleri, kimyasal veya fiziksel etkileşimleri de sayabiliriz. Bir şeye dokunduğunuzda, o şeyle mikro ölçekte bir iletişim kurmuş oluyoruz. İletilen, dokunma eyleminin hissiyatı ve eylemin arkasındaki motivasyon/mesaj; iletimi alan tarafında ise bu hissiyatın karşılanması ve maruz kalınan eylemin yarattığı anlamadır. Konuyla ilgililer için iletişime bu biçimde bir yaklaşım çok basite indirgendiği için eleştirilebilir, sonuçta Ferdinand de Saussure, Charles Sanders Peirce, Roland Barthes gibi isimler bu gösterge sistemlerini daha güzel anlatıyorlar. Fakat kabaca da olsa devam edecek olursak; dil, kelimelere ihtiyaç duyarak bir mesaj iletir. Amaç mesajı iletmektir, ancak mesajı iletmek kendi başına bir iletişim değildir, mesajı alan muhatabın bu aldığı şeyin bir mesaj olduğu bilgisini onaylaması ve geri dönüş sağlaması gerekir. Bu yüzden iletişim, dile indirgenmez çünkü jest olarak yapılan bir hareket bir mesaj iletir ve karşı taraf bunu alarak yeni bir jestle karşılık verir. Bu sayede iletişim sağlanır. Peki, dilsel olmayan iletişim araçlarının dile nazaran eksik olduğu, dille bir şekilde tamamlanması gerektiğini savunulabilir mi? Açıkçası emin olmak güç, çünkü dil bazlı yapılan iletişimlerin de dil-dışındaki iletişim araçlarına nazaran dezavantajlı olduğu durumlar mevcuttur. Örneğin, farklı bir dil kullanılan bir ülkeye gittiğinizde, dil-dışı iletişim araçları, dile nazaran daha işlevseldir. Dile nazaran daha sınırlı mıdır? Evet. Fakat bu sınırlılığın ölçüsü iletişimin var olması için kritik midir? Hayır. Bakıldığında, 100-200 kelimeyle sınırlı gündelik bir dil, birbirlerini tekrar eden, benzer amaçları farklı biçimlerde dile getiren sembolik şeylerdir. Gündelik dilde 1000 kelime kullanan birisinin, 100-200 kelime kullanan birisiyle -temel konularda- anlaşmasında, iki tarafın da 100-200 kelime kullanarak anlaşmasında olduğundan bir farkı yoktur. Bu da bize dilin rolünün, en azından insan-olmayan hayvanlarla kurulan iletişimlerde abartılmaması gerektiğini düşündürtür. Duruma başka bir taraftan da yaklaşılabilir; ya insan-olmayan hayvanlarda temel teknik anlamda insana benzer bir dil formülasyonu varsa? Kaçımız insan-olmayan hayvanlarla kurduğumuz iletişimlerde buna dikkat etti? Kedilerin belirli durumlarda miyavlaması, ya insanda olduğu gibi belirli frekanslarla sabitse ve anlam taşıyorsa? Ne bu iddiayı, ne de aksini iddia etmek için insan ve insan-olmayan hayvan iletişimi/etkileşimi üzerine yapılmış yeterli ampirik gözlemler vardır.
Dil ve Düşünce: İnsan-Olmayan Hayvanlar Üzerine Yeniden Düşünmek
İnsan-olmayan hayvanların dilinin olmadığı iddiası, içerisinde gizil bir iddiayı da taşıyor, o da “insan-olmayan hayvanların düşünceleri de yoktur” iddiasıdır. Birçok kişi, dil ve düşünceyi birbirinden ayrılmaz, birbirini var etmiş ve var ediyor olan iki unsur olarak ele alır. Denir ki, düşünüyorsanız dilin sınırlarıyla bunu gerçekleştiriyorsunuzdur. Şayet dili kullanıyorsanız da düşünmeye gereksinim duyarsınız. Rüyalar bile dilsel bir biçimde yapılanmıştır diyenler de vardır. Bu nedenle insan-olmayan hayvanlardaki dilsizlik hali, düşüncesizlik halini de beraberinde getirir. Ama sormak lazım: Bu düşünceyi savunanlar acaba insan-olmayan hayvanların karmaşık davranışlarını görmezden gelirken kendileri ne kadar “düşünüyor”? Bu soru bizi düşünme dediğimiz eylemi sorgulamaya itiyor, fakat bu tartışmaya çok fazla girmeyip, sadece düşünme eyleminin kendisinin sandığımız kadar beşeri olmadığını uç bir örnek üzerinden, yapay zeka örneği üzerinden tartışabiliriz.
ChatGPT’yi açtığınızda, ona bir şey sorduğunuzda, gelen yanıt bir düşünsel sürecin çıktısı mıdır? Cevabınız evet ise bu zaten kendi başına düşünsel sürecin sadece insana ait olmadığının güçlü bir göstergesi olmaz mı? Cevabınız hayır ise farkı ortaya koyan nedir? Bir insanla bir yapay zeka algoritmasının cevap vermesi arasındaki fark nedir? Bu tartışmayı muhatabına, yani ChatGPT 4o’a “Seninle kurduğum iletişimde, senin sorulara cevap verme sürecin bir düşünme süreci midir?” şeklinde soru yönelttiğimizde şu cevapla karşılaşıyoruz:
Seninle kurduğum iletişimde, sorulara cevap verme sürecim bir düşünme süreci olarak değerlendirilemez. İnsanların düşünme süreci, bilinç, duygu, sezgi ve niyet gibi karmaşık unsurları barındırırken, benim cevap verme mekanizmam tamamen veri işleme ve dilsel örüntü tanıma üzerine kuruludur. Senin sorduğun soruyu, sahip olduğum büyük dil modeli çerçevesinde analiz eder, anlamını çözümler ve en uygun yanıtı üretirim. Bu süreç, insanların düşüncelerini yeniden gözden geçirme, anlamlandırma ve bir amaç doğrultusunda geliştirme kapasitesinden farklıdır. Ben, geçmişte eğitildiğim veri setlerinde gördüğüm örüntüleri kullanırım; bu da beni bir tür veriyi işleyen sistem yapar, düşünen bir varlık değil. Ancak bu, benim düşünce süreçlerinden tamamen yoksun olduğum anlamına gelmez; aksine, düşünce ve bilinç arasında bir fark olduğunu ve düşüncenin bilinç olmadan da mümkün olabileceğini gösterir.
Görüleceği üzere, ChatGPT 4o, kendisinde insandaki gibi bir düşünme süreci olmadığını iddia ediyor. Bunun nedeni de insanın düşünme sürecinin, bilinç, duygu, sezgi ve niyet gibi karmaşık unsurlar barındırmasıdır. Kendisi sorulan sorulara cevap verirken tamamen veri işleme ve dilsel örüntüyü tanıma üzerine kurulu. ChatGPT örneğinde, düşünceyi şimdilik insanla sınırlayabileceğimizi gördük, fakat belki daha önemli bir şeyi de öğrenmiş olduk: dil ve düşünce arasında zorunlu bir bağ olmadığı gerçeğini.
ChatGPT 4o’a bu sefer doğrudan “Peki, senin insan türüyle karşılaştırdığımızda bir dile sahip olduğunu söyleyebilir miyiz?” şeklinde bir soru sorduğumuzda cevabı şöyle oluyor:
Beni bir dil kullanıcı olarak görmek mümkün olsa da bu dil, insanlar veya hayvanlar tarafından kullanılan dille aynı anlamda değildir. İşlevsel olarak bir dile sahip olduğumu söyleyebiliriz çünkü iletişim kurabiliyor ve anlamlı metinler üretebiliyorum. Ancak bilinç, yaratıcılık, toplumsallık ve duygu boyutundan yoksun olduğum için benim dilim, insanların diliyle aynı nitelikleri taşımaz.
Tam da bizim dile yüklediğimiz iletişim kurabilme becerisine işaretle insandakine tıpatıp benzer olmasa da bir dile sahip olduğunu iddia eder. Buradaki amaç, insandaki dilden, ChatGPT 4o’da da olduğunu savunmak değil, sadece düşünme sürecinin varlığıyla başladığımız bu süreçte karşılaştığımız dil – düşünme ilişkisine alternatif örnekler sunmaktır.
Şimdi bu son iki soruyu birleştirerek bizim insan ve insan-olmayan hayvan ilişkisine getirerek şu şekilde soralım: “Son iki sorumu insanlar ve hayvanlar üzerinden düşünürsek ne dersin? Hayvanların düşünme süreçleri ve dilleri var mıdır?”
Biraz uzun bir biçimde şu cevabı verdi:
Hayvanların düşünme süreçlerine sahip olduğunu söylemek mümkündür; ancak bu süreçler, insanın düşünme biçimlerinden farklıdır. Hayvanlar, çevreye uyum sağlama, problem çözme ve karar verme gibi bilişsel kapasiteler sergiler. Örneğin, kargaların alet kullanarak sorunlara çözüm bulması, primatların iş birliği yapması ve balıkların sosyal stratejiler geliştirmesi, hayvanların düşünme yetilerini açıkça ortaya koyar. Düşünme, dil olmadan da gerçekleşebilir; bir köpeğin yiyeceğini saklayıp daha sonra alması ya da bir filin ölen bir yakınına yas tutması gibi davranışlar, dilsiz bir şekilde yürütülen karmaşık zihinsel faaliyetlere işaret eder. Bu, düşüncenin yalnızca dil üzerinden gerçekleştiği iddiasını zayıflatır.
Hayvanların bir “dili” olup olmadığı sorusu ise dilin nasıl tanımlandığına bağlıdır. İnsan dilinin gramer ve soyut anlam yaratma kapasitesine sahip olmadıkları için hayvanların bir dili olmadığı öne sürülebilir. Ancak iletişim açısından bakıldığında, hayvanların kendi sistemleri olduğu açıktır. Arılar dans ederek kolonilerine nektarın yerini tarif edebilir, kuşlar ötüşleriyle tehlike veya eş çağrısı gibi mesajlar iletebilir, balinalar karmaşık sosyal şarkılar oluşturabilir. Bu iletişim biçimleri, hayvanların bağlama özgü ve genellikle içgüdüsel olan bir tür “dil” kullandığını gösterir. Bununla birlikte, bu sistemler genellikle soyut kavramları ifade etme veya insan dilindeki gibi kültürel birikimle değişme kapasitesine sahip değildir. Yine de bazı hayvanlar, örneğin şempanzeler, kültürel öğrenme örnekleri sergileyerek diğer bireylere alet kullanmayı öğretebilir.Sonuç olarak, hayvanlar hem düşünme süreçlerine hem de iletişim yeteneklerine sahiptir; ancak bunlar insan ölçütlerine göre değerlendirilirse sınırlı gibi görünebilir. Bu noktada, dil ve düşünceyi yalnızca insan merkezli bir anlayışla tanımlamanın hayvanlara haksızlık olduğu söylenebilir. Hayvanların davranışlarını incelerken, insan ölçütlerinin ötesine geçmek ve onların kendi bilişsel ve iletişim kapasitelerini anlamak, insan-hayvan ilişkilerine dair daha kapsayıcı bir bakış açısı sunacaktır.
Verilen cevap hayli tatmin edici görünüyor. İnsandaki düşünme sürecinin kendisini sorgularken, dilin ondan bağımsız da işleyebileceğine ilişkin argümanlarla karşılaştık. Konu insan-olmayan hayvanlara geldiğinde, ChatGPT 4o’ın kendisinde olmadığını iddia ettiği bilinç, duygu, sezgi ve niyet gibi düşünceyi var eden unsurların insan-olmayan hayvanlarda olduğuna ilişkin şu cevabı verdi:
Hayvanların bilinç, duygu, sezgi ve niyet gibi unsurlara sahip olduklarına dair çok sayıda kanıt vardır. Ancak bu unsurlar, insanlarınkinden farklı şekillerde ortaya çıkabilir ve bu farklılık, genellikle insan merkezci bir bakış açısıyla “eksiklik” olarak değerlendirilir. Gerçekte, hayvanların bu özellikleri, onların biyolojik ve ekolojik bağlamlarına özgü şekilde gelişmiştir. Hayvanların davranışlarını incelerken, onların insanlarla aynı şekilde düşünmeleri ya da hissetmeleri gerektiği varsayımı yerine, kendi türlerine özgü bilinç ve duygusal dünyalarına saygı duymak daha anlamlı bir yaklaşım olacaktır.
Görüldüğü üzere, ChatGPT 4o’ya göre dil ve düşünme arasındaki ilişkinin zorunluluğu, insan ve insan-olmayan hayvanlar örneğinde, insan ve ChatGPT örneğinde olduğu kadar katı sınırlarla çizilemez. Bunun en başlıca nedeni de şu olabilir: Buradaki “insan-olmayan hayvan(lar)” tanımlaması tek bir türsel varlığı işaret etmeyip, bir çatı altındaki insan-olmayan diğer tüm türlere işaret etmesidir. İnsan tek bir türken, insanın karşısında diğer türleri tek bir çatı altında ele almak bir kategorik indirgemeciliktir ve “İnsan, kendisi dışındaki her türle benzer ilişkilenmeye girer” iddiasını içerisinde taşır. ChatGPT 4o, kendisini insan türüyle karşılaştırmasını yaparken türsel olarak tekil bir örnekten yola çıkıyor. Bir türü, diğer türle karşılaştırıyor. Fakat insanı, insan-olmayan hayvanlar dediğimiz milyonlarca, hatta milyarlarca diğer hayvanlarla karşılaştırmaya kalktığımızda bu belirgin sınırlar çekmemize engel oluyor, hatta bakıldığında “kompozisyon yanılgısı” [Fallacy of composition] denilen bir safsata da yapmış oluyoruz. Bu, bu yazıya yapılacak çok haklı ve yerinde bir eleştiri olurdu. Fakat müsaade edin şöyle bir savunma geliştirelim: Bu yazıda yapılmaya çalışılan şey, insan ve genel açıdan tüm insan-olmayan hayvanlar ilişkisine dair bir evrensel ilişkilenme biçimi ortaya atmak değil, aksine, insanı merkeze alarak diğer türlerle ilişkilenmesindeki dile yüklediği anlamı yapıbozuma uğratmaktır. Elbette kendi türü dışındaki başka bir türle ilişkilenen her insan bilir ki insanlar olarak ne kedilerle ne de köpeklerle benzer biçimde etkileşiyoruz. Hatta, insanlar olarak da kendi içimizdeki bireysel farklılıklar bu etkileşimin niteliğini değiştiriyor.
Sonuç Yerine
Dilin insana özgü doğal bir yeti mi yoksa toplumsal, kültürel ve çevresel unsurların ürünü bir inşa mı olduğu sorgulanırken, tartışmanın düşündüğümüzden çok daha karmaşık bir yola sürüklendiğini görüyoruz. Argümanları geliştirirken, yalnızca dilin doğasına değil, aynı zamanda onun insan-merkezci varsayımlar üzerinden nasıl kurulduğuna dair derin bir sorgulama içine girmemiz gerekiyor. Her bir çıkarım, başka bir kördüğümü beraberinde getiriyor. Dilin nasıl ortaya çıktığını sorgularken aslında dilin neliği üzerine yeniden düşünmek zorunda kaldık. İnsan-olmayan hayvanlarla iletişimde dilin yerini sorguladığımızda ise bu sorgulamanın altında yatan insan-merkezci kibri kazımaya çalıştık. Sonuçta, dil ile yüzleşmek, onun yalnızca bir araç değil, aynı zamanda bir engel ve hatta bir bela olarak da anlaşılması gerektiğini gösteriyor. Dilin iletişim için güçlü bir araç olduğunun farkındayız; ancak bu gücün yalnızca insana ait bir ayrıcalık olarak tanımlandığında bir tür lanete dönüştüğünü de unutmamak gerekiyor. İnsan, dili kendi varlığına içkin bir üstünlük olarak konumlandırdığında, diğer türlerin bilişsel kapasitelerini ve iletişim biçimlerini görmezden geliyor. Dahası, bu bakış açısı, insanın kendi iletişim sınırlarını da fark edememesine neden oluyor. Dilin insana ait bir yeti olduğu varsayımı, insanı diğer türlerin üzerinde konumlandırırken, insan-olmayan hayvanlarla anlamlı ilişkiler kurma ihtimalini de daha en baştan yok ediyor.
İnsanmerkezli bir bakışla tanımlanan dilin sorunlu olması, sadece işlevine ilişkin bir eleştiri değil, temsil ettiği ve beraberinde daha başka türcü söylemleri de sürüklemesindendir. Sonuç itibariyle bakıldığında, “Dil, sadece insana içkin bir şeydir” iddiası, ilk bakışta gayet kabul edilebilir görünebilir. Fakat bu iddiayla birlikte gelen “Eğer dil, insana içkinse o zaman düşünce denen şey de öyledir, sonuçta dil ve düşünce bir bütündür” iddiası ve “dil ve düşünce insana içkinse o zaman kültür de öyledir, sonuçta dilsiz ve düşüncesiz bir kültür tanımı yapamayız” iddiası, bize dili ve dilin temsil ettiği, yüklenilen anlamların ne kadar sorunlu olduğunu gösteriyor: Dil, bir iletişim aracından ziyade bir güç aracı, kontrol mekanizması ve hatta insanın kendisi dışındakilerle kurabileceği potansiyel iletişim kanallarını kapatan/perdeleyen bir şey haline dönüşmüştür. Bu tartışma burada bitmemelidir ve bu yazının bir farkındalık çağrısı, bir çekiç olarak değerlendirilmesi gerekir.