Arşiv asla pasif bir tarih deposu değildir; aktif bir iktidar mekanizmasıdır. Neyin hatırlanacağını ve neyin kaybolmasına izin verileceğini belirler. İdealize edilmiş haliyle arşiv, tarafsız bir alan, geçmişin nesnel bir koruyucusu, unutmaya karşı bir güvence olarak hayal edilir. Oysa bilgi toplama, kategorize etme ve saklama eyleminin kendisi, kültürel belleği onu kontrol edenlerin önyargılarına ve önceliklerine göre şekillendiren bir otorite egzersizidir. Arşiv sadece muhafaza etmekle kalmaz; dışlar, sansürler ve bazı durumlarda yok eder. Şiddeti her zaman açık değildir, ancak kalıcıdır; kaydedilen ayrıntılar kadar tarihi yapılandıran sessizliklere ve yokluklara da kazınmıştır.
Dijital çağda bu şiddet yeni ve sinsi biçimler almıştır. İnternetin, tarihin daha geniş çapta erişilebilir olabileceği eşitlikçi bir alan olarak vaadi, yerini kurumsal şirketlerin, devlet kurumlarının ve özel koleksiyoncuların koruma koşullarını dikte ettiği bir savaş alanına bırakmıştır. Bir zamanlar kağıt, taş ve selüloit filmin fiziksel kısıtlamalarına bağlı olan bellek, artık çokuluslu şirketlerin sahip olduğu sunuculara, hizmet sözleşmelerine, telif hakkı taleplerine ve algoritmik baskıya giderek daha fazla bağımlı hale gelmiştir.
Ve bir zamanlar kütüphanelerin ve ulusal kurumların alanı olan arşiv, artık veri tekellerinin ve teknoloji devlerinin ödeme duvarları içine hapsolmuş durumdadır. Şimdiki mesele tarihin korunup korunmadığı değil, arşivi kimin ve ne pahasına kontrol ettiğidir.
Bir şeyi arşivlemek, ona değer atfetmek, ona kalıcı olma ayrıcalığını bahşetmektir. Ancak neyin muhafaza edileceği çoğu zaman tarihsel önemle değil, piyasa mantığıyla belirlenmektedir. Sanat, edebiyat ve tarihi kayıtlar metalaştırılmakta, ortak kültürel mirastan ziyade fikri mülkiyet varlıklarına dönüştürülmektedir. Özel koleksiyoncular ve kurumlar bilgiyi kilitli kapılar ve dijitalleştirilmiş bariyerler ardında biriktirerek tarihe erişimi işlemsel bir deneyime dönüştürmektedir. Geçmiş, müşterek bir mal olmak yerine, istenildiği zaman edinilebilen, kısıtlanabilen veya silinebilen lüks bir mal haline gelmiştir. Arşivin dışında bırakılanlar, toplanmadan kalan ya da dijital çürüme nedeniyle kaybolan geçmişler, ihmalin gölge arşivini, unutulmuş anlatıların büyüyen uçurumunu oluşturur.
Dijital çağın, tarihi fiziksel sınırlamalarından kurtararak bilgiyi herkesin erişimine açması gerekiyordu. Bunun yerine, kültürel hafızayı güvencesiz, şirket politikalarının kaprislerine ve kurumsal kapı bekçiliğine bağımlı hale getirdi. Arşivi kimin kontrol ettiği sorusu, özünde bir iktidar sorusudur: Kim hatırlama hakkına sahiptir? Kimin hikayeleri korunmaya değer görülür? Ve belki de en önemlisi, tarihin kendisi özelleştirildiğinde ne olur? Bilginin her zamankinden hem daha bol hem de daha savunmasız olduğu bir çağda arşiv, tarihin nasıl ve kim tarafından anlatılacağını belirleyecek bir mücadele alanı haline gelmiştir.
Bir İktidar Aracı Olarak Arşiv
Arşiv uzun zamandır bir koruma alanı, tarihin silinmesine karşı bir kale olarak algılanıyor. Oysa arşivlemek yalnızca korumak değil, karar vermektir. Arşive girenler hatırlanmaya değer görülürken, çıkarılanlar unutulmaya mahkum edilir. Bu süreç asla tarafsız değildir. Michel Foucault, The Archaeology of Knowledge’da arşivlerin bilgiyi düzenleyen iktidar araçları olarak nasıl işlev gördüğünü göstererek, tarafsız bir alan olarak arşiv kavramını yıkar. Arşivlerin söylem sistemleri tarafından şekillendirildiğini, neyin korunup neyin göz ardı edileceğini belirlediğini savunur. Bu veri depoları, onu kontrol eden kurumlar, hükümetler ve özel kuruluşlar tarafından şekillendirilir. İster ulusal, ister kurumsal ya da akademik olsun, arşivler bilginin nesnel taşıyıcıları olmaktan çok, küratörlerinin önyargılarını ve iktidar yapılarını kodlayan otorite araçları olarak işlev görürler. Bu nedenle arşivleme eylemi bir yönetişim eylemidir; belgelerin ve eserlerin basitçe depolanmasının çok ötesine uzanan bir eylemdir.
Tarih, içerdikleri kadar dışladıklarıyla da yazılır. Örneğin sömürgeci güçler, istila ettikleri ulusların kültürel eserlerini yağmalayarak Avrupa müzelerinde istiflerken, yerli tarihlerini resmi kayıtlardan silmişlerdir. British Museum, Louvre ve sayısız kurum, ‘evrensel miras’ kisvesi altında ülkelerine geri gönderilmeyi reddederek zorla yerinden edilen nesneleri barındırmaktadır. Bu arşivsel şiddet geçmişle sınırlı değildir. Bugün devlet arşivleri, hangi anlatıların kamu bilincinde yüceltileceğini ve hangilerinin görünmez kılınacağını belirleyen siyasi meşruiyet araçları olarak kullanılmaya devam etmektedir. Hükümetler zulüm kayıtlarını gizlemekte, şirketler sömürü geçmişlerini karartmakta ve tüm topluluklar arşiv kanonundan dışlanmakta, sesleri bürokrasi ve politika tarafından susturulmaktadır. Siyaset teorisyeni Achille Mbembe, arşivlerin sömürgeci tarihlerini analiz ettiği The Power of the Archive and Its Limits adlı çalışmasında modern arşivlerin hala sömürgeci hiyerarşileri yansıttığını ve marjinalleştirilmiş seslerin temsil için mücadele ettiğini iddia eder. Bu da kurumsal arşivlerin belirli tarihlere ayrıcalık tanırken diğerlerini bastırdığı savını destekler.
Dijital çağ bu dinamikleri dönüştürmüş ancak ortadan kaldırmamıştır. Bir zamanlar demokratikleştirici bir güç olarak tasavvur edilen internet artık benzer kontrol mekanizmalarına tabidir. Dijital arşivlerin kurumsal mülkiyeti yeni kapı tutma biçimleri yaratmıştır. Örneğin Google Books, evrensel erişim vaadiyle milyonlarca eseri dijital ortama aktarmış, ancak içeriğinin büyük bir kısmını, kârı kamusal bilgiden üstün tutan telif hakkı yasalarıyla kısıtlamıştır. Çağdaş tarihin gayriresmi arşivleri olarak işlev gören sosyal medya platformları, siyasi açıdan sakıncalı gördükleri içerikleri rutin olarak silerek dijital korumanın erişilebilirlik kadar kontrolle de ilgili olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Çevrimiçi olarak kaydedilenler tarihsel gerekliliğe değil, özel çıkarları korumak için tasarlanmış kurumsal politika ve yasal çerçevelere tabidir.
Bu durum, kolektif hafızayı şekillendirme gücünün kimin elinde olduğuna dair temel soruları gündeme getiriyor. Eğer arşivler -fiziksel ya da dijital- siyasi, ekonomik ya da ideolojik motivasyonlarla hareket eden kurumlar tarafından yönetiliyorsa, o zaman tarihin kendisi de eksiksiz bir kayıttan ziyade küratörlü bir anlatıya dönüşme riskiyle karşı karşıyadır. Arşiv, pasif bir depo olmaktan ziyade, aktif bir mücadele alanıdır. Tarihin yazıldığı, yeniden yazıldığı ve bazı durumlarda kasıtlı olarak silindiği bir savaş alanıdır. O halde görev sadece neyin arşivlendiğini sorgulamak değil, kimin hatırlayacağını ve kimin unutmaya mahkum edileceğini belirleyen güçlere meydan okumaktır.
Dijital Koruma: Demokratikleşme mi Metalaşma mı?

Dijital devrim, bilginin nihai demokratikleşmesi olarak, tarihi kayıtların, edebiyatın ve sanatın, kütüphanelerin ve müzelerin fiziksel sınırlamalarından bağımsız olarak herkes tarafından serbestçe erişilebilir olacağı bir dünya vaadiyle müjdelendi. Teoride dijital koruma, kâğıdın kırılganlığından ve elit kurumların ayrıcalığından bir kaçış sunuyordu. İnternetin açık bir arşiv, hafızanın bekçiler olmaksızın kolektif olarak depolanabileceği, düzenlenebileceği ve geri getirilebileceği canlı bir merkez olması gerekiyordu. Ancak bu vizyon, özelleştirme güçleri tarafından sürekli olarak aşındırıldı. Özgürce erişilebilen bir dijital müşterek yerine, artık kendimizi bilgiye erişimin kurumsal politikalar, ödeme duvarları ve dijital haklar yönetimi tarafından giderek daha fazla dikte edildiği bir çağda buluyoruz. Soru da tarihin korunup korunamayacağı değil, depolanması, dağıtımı ve paraya dönüştürülmesini kimin kontrol edeceği oluyor.
Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition: A Report on Knowledge’da postmodern çağda bilginin kendisinin nasıl bir meta haline geldiğini ve hakikat arayışından ziyade teknolojik ve ekonomik zorunluluklar tarafından yönlendirildiğini anlatır. Lyotard’ın argümanı, bir zamanlar kamunun erişimine açık olan bilginin giderek özelleştirildiği, ödeme duvarlarının ardına kilitlendiği ve şirket kontrolüne tabi olduğu dijital arşivler için de geçerlidir. Zira özel şirketler, genellikle koruma kisvesi altında kültürel hafızanın yeni koruyucuları haline gelmiştir. Örneğin koleksiyonlarını dijital ortama aktaran müzeler ve arşivler, bunları sıklıkla ödeme duvarlarının arkasında ya da “sadece kurumlara özel” erişimde tutarak tarihin korunmasının kamusal bir haktan ziyade bir ayrıcalık olarak kalmasını sağlar. Diğer yandan dijital kültüre ücretsiz ve açık erişimin son savunucularından biri olan Internet Archive, misyonunu ortadan kaldırabilecek yasal tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu mücadeleler dijital korumadaki önemli bir gerilimin altını çizer: teknoloji kültürel materyallerin sonsuz sayıda çoğaltılmasını mümkün kılarken, kurumsal ve yasal yapılar bunların yayılmasını kısıtlar ve fiziksel çağ sonrası dönemde bile bilginin bir meta olarak kalmasını sağlar.
Tarihin bu şekilde metalaştırılması kitapların ve eserlerin ötesine uzanıyor. Örneğin yayın platformları geleneksel fiziksel medyanın yerini almış olsa da kalıcı arşivler olmaktan ziyade değişken ticari varlıklar olarak işlev görüyorlar. Filmler, müzikler ve televizyon programları, genellikle lisans anlaşmazlıkları veya finansal kararlar nedeniyle, herhangi bir uyarı olmaksızın yayın hizmetlerinden kaldırılıyor.
Bir zamanlar elle tutulur bir kalıcılık sunan fiziksel medyanın aksine, dijital medya yalnızca koruma yerine kâra öncelik veren şirketlerin insafına kalmış durumda.
Bunun kültürel hafızanın geleceği açısından derin etkileri var. Geçmiş, bir platformun kütüphanesinde yapılan tek bir güncellemeyle silinebiliyorsa, ticari uygulanabilirlik kapsamı dışında kalan eserlere ne olacak? Bütün bir tarihin, sürdürülmesi yeterince kârlı olmadığı için kamu erişiminden fiilen silinmesi ne anlama geliyor?
O halde dijital arşiv bir paradoksun içindedir: tarihi sonsuza kadar muhafaza edebilecek teknolojik kabiliyete sahip olmasına rağmen, neyin hatırlanmaya değer olduğunu belirleyen finansal çıkarlar tarafından giderek daha fazla şekillendirilmektedir. Demokratikleşme vaadi yerini erişimin şirketler tarafından dikte edildiği, bilginin paylaşılmak yerine istiflendiği bir sisteme bırakmıştır. Dijital korumanın nihayetinde bir özgürleşme aracı mı yoksa bir kontrol mekanizması mı olacağı sorusu hala ortada durmaktadır. Kültürel belleğin metalaştırılmasına direneceksek, tarihin sadece dijitalleştirilmesini değil, şirket mülkiyetinden, yasal engellerden ve geçici kâr mantığından arındırılmış bir şekilde erişilebilir olmasını talep etmeliyiz.
Dijital Hafızanın Kırılganlığı
Bilginin her zamankinden daha kalıcı olduğunun düşünüldüğü bir çağda, dijital bellek paradoksal bir şekilde analog öncüllerinden daha kırılgandır. Bir kitabın, bir tablonun ya da bir makara filmin özenli bir korumayla yüzyıllar boyunca ayakta kalabildiği fiziksel arşivlerin aksine, dijital kayıtlar değişen teknolojik altyapılara bağlı olarak istikrarsız bir durumda bulunur. Bozulan tek bir sunucu, süresi dolan bir alan adı veya şirket politikasındaki bir değişiklik, tüm geçmişi bir gecede erişilemez hale getirebilir. Dijital korumaya eşlik eden kalıcılık yanılsaması daha derin bir kırılganlığı maskelemektedir: depolanan şey mutlaka güvenli değildir ve bugün erişilebilir olan şey yarın var olmayabilir. Dijital alem, tüm genişliğine rağmen boşluklarla – eskime, silinme ya da ihmal nedeniyle kaybolan veri koleksiyonlarıyla – doludur.
Wendy Chun, sürekli güncelleme eyleminin kayıp ve silinmeye yol açtığı dijital koruma paradoksunu incelediği Updating to Remain the Same: Habitual New Media’da statik kalan fiziksel arşivlerin aksine, dijital arşivlerin sürekli olarak değiştirildiğini ve bunun da onları tarihin istikrarsız kayıtları haline getirdiğini savunur. Bu durum, dijital formatların uzun vadeli koruma sağladığı varsayımına meydan okumaktadır. Bu kırılganlık, teknolojik değişimin hızlı temposuyla daha da kötüleşmektedir. Dosya formatları güncelliğini yitirmekte, yazılım platformları kapanmakta ve depolama ortamları bozulmaktadır. Dijital arşivler sürekli bakım gerektirir, ancak koruma çabaları genellikle tarihsel zorunluluklardan ziyade ekonomik zorunluluklar tarafından belirlenir. Şirketler rutin olarak eski teknolojilere desteği keserek bir zamanlar yaygın olan formatları okunamaz hale getirmektedir. Eski web sitelerinin, multimedya projelerinin ve hatta kişisel blogların akıbetini düşünün; kültürel hafızanın tüm ekosistemleri korunmaya değer görülmediği için kayboldu. Dokunulmadığı takdirde yüzyıllar sonra bile okunabilen basılı bir kitabın aksine, eskimiş bir formata kilitlenmiş dijital bir metin işlevsel olarak yok hükmündedir. Bu şekilde, dijital bellek teknolojik döngülerin insafına kalmıştır ve her zaman silinmenin eşiğindedir.
Dahası, dijital kayıtların sözde erişilebilirliği, depolama ve dağıtım için merkezi varlıklara bağımlı olmaları nedeniyle zayıflamaktadır. İnternetin kendisi tarafsız ya da istikrarlı bir arşiv değildir; bilginin düzenlendiği, değiştirildiği ve zaman zaman silindiği tartışmalı bir alandır. Hükümetler internet sitelerini sansürlemekte, şirketler platformları durdurmakta ve bireyler deformasyona uğramakta, kültürel belleğe yaptıkları katkılar sanki hiç var olmamış gibi silinmektedir. Dijital çağ korumayı garanti etmez, oynaklığı garanti eder. Bilginin giderek daha fazla özel şirketlere ait bulut tabanlı sistemlerde depolandığı bir çağda, bilginin uzun vadede hayatta kalması tarihi kurumlardan ziyade yönetim kurulu odalarında alınan kararlara bağlıdır. İster bir sosyal medya sitesi isterse bir bulut depolama hizmeti olsun, tek bir platformun ortadan kalkması tarihin büyük bir bölümünü pekala silebilir ve hafızayı kültürel önemden ziyade ekonomik uygulanabilirliğe bağlı hale getirebilir.
Ortaya çıkan şey, dijital kayıtların yangın ya da çürüme nedeniyle değil, eskime, şirket çıkarları ve siyasi çıkarlar nedeniyle kaybolduğu yeni bir tarihsel süreksizlik biçimidir. Dijital belleğin kırılganlığı bizi şu soruyu sormaya zorlamaktadır: Koruma araçları kamu yararına hiçbir yükümlülüğü olmayan kuruluşlara ait olduğunda tarihi korumaktan kim sorumludur? Bilginin sermaye mantığı tarafından giderek daha fazla dolayımlandığı bir çağda soru, dijital belleğin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği değil, varlığını sürdürmesine izin verilip verilmeyeceğidir. Radikal bir müdahale olmazsa, tarihi korumanın geleceği tarihçiler ya da arşivciler tarafından değil, teknoloji yöneticileri ve hissedarlar tarafından belirlenecektir ki bu da hafızanın kâr ve gücün ulaşamayacağı bir yerde var olması gerektiğine inanan herkes için tedirgin edici bir ihtimaldir.
Hafızanın Şekillenmesinde Kurumların Rolü
Kurumlar uzun zamandır kendilerini kolektif hafızanın bekçileri olarak konumlandırmakta, neyin korunacağına, nasıl kategorize edileceğine ve nasıl yorumlanacağına karar vermektedir. Pierre Nora’nın “hafıza mekanları” kavramı bu savın üzerine oturmaktadır. Norra, bu hafıza mekânlarının doğal değil inşa edilmiş olduğunu ve genellikle milliyetçi veya ideolojik amaçlara hizmet ettiğini savunur. Müzeler, ulusal arşivler, üniversiteler ve kültürel kuruluşlar anlatıları sadece dahil etme yoluyla değil, dışlama yoluyla da inşa ederler. Tarihi ideolojik sınırlar içinde çerçeveler, belirli sesleri yükseltirken diğerlerini susturur, tarafsızlık kisvesi altında güç yapılarını pekiştirirler. Arşivde yer almaya değer görülen şeyler yalnızca tarihsel önemin değil, kurumsal önceliklerin de – siyasi, ekonomik ve kültürel – bir yansımasıdır. Arşiv asla sadece pasif bir depo değildir; tarihin, genellikle iktidardakilere hizmet etmek üzere yapılandırıldığı bir mekanizmadır. Arşivi denetleyen kurumlar tarafsız bekçiler değil, seçme ve çıkarma yoluyla kamusal anlayışı şekillendiren hafıza küratörleridir.
Bu süreç, özellikle ulusal arşivlerin ve müzelerin devlet meşruiyetinin araçları olarak işlev görmelerinde belirgindir. Hükümetler tarihlerini hassasiyetle düzenleyerek ulusun anlatısının güncel siyasi hedeflerle uyumlu olmasını sağlarlar. Örneğin sömürge arşivleri, sömürgeleştirilenlerden ziyade sömürgeciler tarafından yazılan belgelerle doludur ve tarihin nasıl hatırlanacağını ve kimin bakış açısının yetkili kabul edileceğini şekillendirir. Yağmalanan eserlerle ilgili geri dönüş tartışmaları, bellek üzerindeki kurumsal hakimiyeti daha da açığa çıkarmaktadır. British Museum ve Louvre gibi kurumlar, çalınan kültürel nesneleri ellerinde tutmaya devam etmelerini evrensel mirasa atıfta bulunarak gerekçelendirmekte ve daha önce sömürgeleştirilmiş ulusların kendi tarihi eserlerini kontrol etme hakkını fiilen reddetmektedir. Bunu yaparken bu kurumlar, Batı’nın küresel hafızanın birincil bekçileri olarak kaldığı bir hiyerarşiyi pekiştirmektedir.

Devletin ötesinde, üniversiteler, kütüphaneler ve vakıflar gibi özel kurumlar da tarihsel anlatıların şekillendirilmesinde önemli bir etkiye sahiptir. Örneğin akademik kurumlar tarihsel bilgiyi üretme ve doğrulama yetkisine sahip olduklarını iddia etseler de arşivleri genellikle kendi elit çevreleri dışındakiler için erişilmezdir. Ödemeli dergiler ve erişimi kısıtlı veri tabanları, bilginin daha geniş bir kitleye hizmet etmek yerine akademi içinde kapalı kalmasını sağlar. Görünüşte açık erişime bağlı olan kamu kurumları bile, tarihsel bütünlük yerine pazarlanabilir araştırmaya öncelik veren finansman modelleri tarafından kısıtlanmaktadır. Bu da neyin çalışılacağı, yayınlanacağı ve korunacağının tarihsel önemden ziyade kurumsal kolaylık ve ekonomik uygulanabilirlik tarafından belirlendiği bir entelektüel ortamın varlığıyla sonuçlanır.
Dijital çağ da bu hiyerarşileri bozmadı, aksine pekiştirdi. İnternet bilginin demokratikleşmesini vadederken, pek çok dijital arşiv kurumsal ödeme duvarlarının ardında kilitli kalmaya devam ediyor ve kültür tarihinin önemli kaynakları kamudan ziyade özel kuruluşlar tarafından kontrol ediliyor. O halde soru, tarihi kimin arşivlediği değil, ona kimin erişmesine ve yorumlamasına izin verildiğidir.
Eğer kurumlar kültürel hafızanın bekçileri olarak hareket etmeye ve onu kendi çıkarlarına göre şekillendirmeye devam ederlerse, o zaman tarih ortak bir miras değil, onu yaşayanlardan ziyade arşivi kontrol edenlerin önceliklerini yansıtan küratörlü bir anlatı olarak kalır.
Radikal Arşiv Hareketi: Silinmeye Direnmek
Kültürel bellek üzerindeki kurumsal kontrole tepki olarak, radikal arşiv hareketi bir direniş biçimi – tarihi, neyin korunacağını ve neyin kaybolmasına izin verileceğini belirleyen kapı bekçilerinden geri alma çabası – olarak ortaya çıkmıştır. Bağımsız ve topluluklar tarafından yönetilen bu arşivler, tarihsel korumanın elit kurumlar tarafından dikte edilmesi gerektiği varsayımına meydan okuyarak, arşivleme eyleminin özünde politik olduğunu kabul etmektedir. Marjinalleştirilmiş toplulukların, toplumsal hareketlerin ve sistematik olarak resmi kayıtlardan dışlanmış, bastırılmış anlatıların tarihlerini belgelemeye çalışırlar. İster tabandan gelen sözlü tarih projeleri, ister açık erişimli dijital arşivler ya da aktivistlerin öncülük ettiği koleksiyonlar aracılığıyla olsun, radikal arşivler geçmişin yalnızca onu kaydetme gücüne sahip olanlara ait olduğu fikrini yıkar. Bunun yerine, hafızanın kolektif bir miras olduğunu ve silinmeye karşı aktif bir şekilde korunması gerektiğini savunurlar.
Radikal arşivlerin belirleyici özelliklerinden biri, merkezi olmayan, katılımcı koruma yöntemleri lehine kurumsal hiyerarşileri reddetmeleridir. Geleneksel arşivler bir dışlama mantığıyla çalışırlar: resmi tanınma, bürokratik meşruiyet ve genellikle devlet onaylı anlatılara bağlılık gerektirirler. Buna karşılık, radikal arşivler alternatif belgeleme biçimlerini – dergiler, grafitiler, protesto görüntüleri, kişisel tanıklıklar ve kurumsal arşivlerin genellikle “güvenilmez” diye reddettiği geçici malzemeleri – kucaklar. Apartheid karşıtı aktivizmin kayıtlarını koruyan South African History Archive ya da yeraltı LGBTQ+ yayınlarını belgeleyen Queer Zine Archive Project gibi projeler, radikal arşivlerin sadece depolamayla değil, kurumların unutmayı tercih ettiği tarihlerin meşruiyetini savunmakla ilgili olduğunu göstermektedir. Bu çabalar, yalnızca belirli seslerin hatırlanmayı hak ettiği fikrine direnerek, devlet ve kurumsal kuruluşlar tarafından sunulan küratörlü tarihlere karşı bir duruş sergilemektedir.
Radikal arşivler aynı zamanda açık erişimde ısrar ederek hafızanın metalaştırılmasına da meydan okurlar. Koleksiyonlarına erişmek için genellikle kurumsal bağlılık ya da finansal araçlar gerektiren geleneksel arşivlerin aksine, radikal arşivler genellikle ücretsiz ve kamusal erişime öncelik verir. Bu durum, şirketlerin ve akademik kurumların ödeme duvarları ve lisans ücretleri yoluyla bilgiden giderek daha fazla para kazandığı dijital çağda özellikle önem arz etmektedir. Radikal arşivler, materyalleri internet bağlantısı olan herkesin erişimine açarak, bilginin bir haktan ziyade lüks olması gerektiği fikrini reddederek, tarihin özelleştirilmesine karşı çalışırlar. Ancak bu açıklık onları aynı zamanda savunmasız da kılar – pek çok radikal arşiv, kurumsal finansman olmadan, güvencesiz bütçelerle çalışır, hayatta kalmak için gönüllülere ve bağışlara güvenir. Varoluşları, direnmeye çalıştıkları silme güçleriyle sürekli bir pazarlık halindedir.
Radikal arşiv hareketi sadece koruma ile ilgili değildir; güç ile ilgilidir. Kurumların görmezden geldiği bir tarihi belgelemek, bu tarihlerin önemli olduğunu, haklarından mahrum bırakılanların mücadelelerinin, yeraltı sanatının ve susturulanların seslerinin tek kullanımlık olmadığını iddia etmektir. Ancak bu çalışma doğası gereği istikrarsızdır, onu bastırmak için tasarlanmış yapılara karşıt olarak var olur. Buradaki zorluk sadece alternatif arşivler yaratmak değil, aynı zamanda yasal tehditler, teknolojik kırılganlık ve finansal istikrarsızlık karşısında bunları sürdürebilmektir. O halde soru, radikal arşivlerin bir direniş eylemi olarak mı kalacağı yoksa kalıcı, yıkıcı ve hatta hafızanın kendisinin anlaşılma ve kontrol edilme biçimini yeniden şekillendirebilecek bir güç haline mi geleceğidir.
Kapatırken: Hafızanın Geleceğini Kim Yazıyor?
Arşiv tarafsız değildir. Hiçbir zaman sadece bir nesne ya da kayıt koleksiyonu ya da tarihin pasif bir deposu olmamıştır. Bir iktidar aygıtı, hafızanın şekillendirildiği, susturulduğu ve zaman zaman şiddetle silindiği bir kontrol alanıdır. Dijital çağda bu iktidar çözülmek bir yana metastaz yapmış, devlet kurumlarından kültürel belleğe erişimi metalaştıran, tarihi fikri mülkiyete dönüştüren kurumsal varlıklara kaymıştır. Jacques Derrida, hem koruma hem de yok etme alanı olan arşivin paradoksunu araştırdığı Archive Fever: A Freudian Impression’da arşivi kontrol edenlerin yalnızca neyin hatırlanacağını değil, aynı zamanda neyin unutulacağını da belirlediğini savunur. Derrida’nın arşiv otoritesine ilişkin analizi, dijital platformların, şirketlerin ve hükümetlerin tarihsel erişimi nasıl dikte ettiğine, kültürün ve hafızanın yapılandırılma biçimlerini nasıl kontrol ettiğine ilişkin çağdaş kaygılarla örtüşmektedir. Kendimizi her şeyin depolandığı ve hiçbir şeyin unutulmadığı sınırsız bir bilgi çağında yaşarken hayal etsek de, gerçek çok daha istikrarsızdır. Neyin saklanacağını ve kimin erişebileceğini belirleyen mekanizmalar, tarihsel kayıt tutmayı her zaman yönetmiş olan aynı dışlama yapılarına bağlı kalmaya devam etmektedir. Anlaşıldığı üzere hafıza bir hak değil, arşivin sahibi olanların takdirine bağlı olarak verilen bir ayrıcalıktır.
Ancak tarih durağan olmadığı gibi, onu kontrol etmeye çalışan güçler de durağan değildir. Radikal arşivlerin ortaya çıkışı, açık erişim için artan talep ve marjinalleştirilmiş anlatıların silinmesine direnen aktivistlerin çabaları, kurumsal otoriteye karşı bir meydan okumaya işaret etmektedir. Bu çabalar, arşivin bir kontrol aracı olmanın ötesinde, tarihin rakip versiyonlarının meşruiyet mücadelesi verdiği bir savaş alanı olabileceğini ortaya koymaktadır. Hafıza üzerindeki mücadele nihayetinde geleceği kimin şekillendireceği -kimlerin tarihlerinin kabul edileceği, kimlerin seslerinin duyulacağı, kimlerin deneyimlerinin kolektif geçmişi tanımlamasına izin verileceği- üzerine bir mücadeledir. Radikal arşiv hareketi, kapsayıcılık, erişilebilirlik ve katılımcı tarih yazımı konusundaki ısrarıyla, devletin ve piyasanın kapı bekçiliğine direnen daha demokratik bir hafıza yaklaşımı olasılığına işaret etmektedir.
Ancak direniş tek başına yeterli değildir. Alternatif arşivleri teknolojik kırılganlıktan, yasal baskılardan ve finansal istikrarsızlıktan korumaya yönelik sürekli çabalar olmadan, karşı koymaya çalıştıkları güçlere karşı savunmasız kalırlar. Buradaki zorluk yalnızca dışarıda bırakılanları bir araya getirmek değil, aynı zamanda bunların kalıcılığını sağlamak; değişen kurumsal çıkarlar ya da siyasi rejimlerin hevesiyle silinemeyecek bir bellek yaratmaktır. Tarih gerçekten demokratikleştirilecekse, korumanın kendisi de kurumsal kontrol mantığının ötesinde yeniden tasarlanmalıdır. İhtiyaç duyulan şey, bilginin nasıl depolandığı ve paylaşıldığına dair radikal bir yeniden keşiftir; bu keşif, güçlü olana ayrıcalık tanımak üzere tasarlanmış sistemlere dayanmaz. Bu, arşivin bildiğimiz pasifliğini reddetmek ve hafızayı aktif, yaşayan bir güç olarak kucaklamak anlamına gelir – sürekli olarak yeniden yapılan, tartışılan ve geri alınan bir güç.
Arşivin şiddeti, neyin hatırlanacağını ve neyin unutulmaya terk edileceğini dikte etme kabiliyetinde yatar. Ancak bunu kabul etmek, kaçınılmaz olduğunu kabul etmek demek değildir. Geçmiş, gücü elinde bulunduranlar tarafından şekillendirilmişse, gelecek yazılmamış olarak kalır. Hatırlama – koruma, arşivleme – eylemi bir meydan okuma biçimi, tarihin kurumlara ya da şirketlere değil, onu yaşayanlara ait olduğunun bir iddiası olabilir. Asıl soru, hafızanın bugün var olduğu şekliyle arşivden kurtarılıp kurtarılamayacağı değil, bir daha asla rehin alınmamasını sağlayacak yeni yapılar yaratmaya istekli olup olmadığımızdır.
Kapak Görseli: Anonymous, Chinese Canton, 19th century Hall of Quiet Study I Kuşatma Altında Hafıza
Referanslar:
Michel Foucault, The Archaeology of Knowledge (Pantheon Books, 1972)
Achille Mbembe, “The Power of the Archive and Its Limits”, In Carolyn Hamilton et al. (eds.), Refiguring the Archive (Springer, 2002)
Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition: A Report on Knowledge (Manchester University Press, 1983)
Wendy Chun, Updating to Remain the Same: Habitual New Media (The MIT Press, 2016)
Pierre Nora, Between Memory and History: Les Lieux de Mémoire (Representations, No. 26, Special Issue: Memory and Counter-Memory, 1989)
Jacques Derrida, Archive Fever: A Freudian Impression (The University of Chicago, 1996)
Marlene Manoff, “Theories of the Archive from Across the Disciplines“, portal: Libraries and the Academy (vol. 4, no. 1, 2004)
Joan Schwarz & Terry Cook. “Archives, Records, and Power: The Making of Modern Memory“, Archival Science (vol. 2, no. 1–2, 2002)