Cinsiyetleştirilen Hayvanlar, Hayvanlaştırılan Cinsiyetler: Bedenler Üzerinde Kurulan İktidar

Eleştirel Hayvan Çalışmaları (Critical Animal Studies) alanında giderek insanmerkezli söylemlerin nüfuz ettiği alanlar derinleştirilerek tartışılmaya başlandı. İnsanın kendi toplumsal, politik ve sosyo-kültürel hiyerarşisini, hem kendi türüne, hem de diğer türlere nasıl yansıttığını ve bu yansıtımdaki söylemlerin kurumsallaşarak nasıl birer norm hâline geldiğini gördük. Bu yazıda, belki de asırlardır süregelen cinsiyet ve cinsiyetçilik tartışmalarının, insanın insan-olmayan hayvanlara ilişkin ürettiği söylemler özelinde nasıl göz ardı edildiğini tartışacağız.
Cinsiyetleştirilen Hayvanlar

İnsan türü (çoğu insan için geçerli olmak üzere), sadece insanın diğer türlere nazaran daha önemli/değerli/güçlü bir varlık olduğunu varsayarak öteki türle hegemonik bir ilişki kurmuyor, aynı zamanda kurulan bu ilişkilerde heteronormatif ve cisnormatif söylemi de yeniden üretiyor. Bu da bizim diğer türlerle kurduğumuz ilişkilerde cinsiyetçi/cisseksist olup olmadığımızı sorgulamamızı gerektiriyor. Görüleceği üzere ilişkilenme pratiği, beraberinde -Foucaultcu biçimde- birçok çatışmayı içeriyor. Yine de umudumuzu kaybetmemek lazım, birçok çatışma, birçok uzlaşım alanını da beraberinde getiriyor. İşte biz bu uzlaşım alanını kurmaya çalışıyoruz.

Çevremizdeki diğer türleri düşündüğümüzde, genelde karşımızda cinsiyetsiz varlıklardan ziyade doğumuyla birlikte atanmış cinsiyetlere sahip varlıklar görürüz. Sözgelimi, bir kedinin penisinin olması, onu erkek bir kedi olarak tanımlamamıza ve erkek olarak tanımlanan insan bireylerin cinsiyete özgü davranış setleriyle düşünmemize neden olabiliyor. Şu şekilde düşünebiliyoruz.

Penisli bir kedi, penise sahip olmasından dolayı erkek bir kedi olarak, erkek kedilere yaraşır biçimde yaşar ve yaşamalıdır.

Bu erkek kedinin cinselliği, cinsiyetinin bir sonucu olarak ele alınır. Sözgelimi, erkek kedinin, erkek-olmayan bir kediyle seksüel bir ilişkiye girmesi uygun görülebilir. Hatta bu seksüalite, erkek kedinin “doğası gereği” yapmak zorunda olduğu, yani içgüdüsel bir eylemin sonucu olarak algılanabilir. Şimdi gelin bu örneği açalım. Kediye -boşaltım ve üreme organını baz alarak- erkek cinsiyetini atamak ve cinselliğini de atanmış cinsiyeti üzerinden tanımlamak, bizi eski bir meseleye götürür: biyolojik ve toplumsal cinsiyet [sex & gender ] tartışmasına. Kabaca değinmek gerekirse, özellikle 20. yüzyılın ilk yarısı ile başlayan toplumsal ve biyolojik cinsiyet ayrımı, ağırlıklı olarak feministler tarafından, “kadın” cinsiyeti ve “kadınlık” performatif tavır ve tutum setinin dogmatik ve “doğal bir gerçek” olduğu iddiasını kırmak üzere ortaya atılmıştır. Judith Butler’ın belirttiği gibi, cinsiyet yalnızca biyolojik bir kategori değil, performatif bir pratik olarak toplumsal normlar üzerinden inşa edilir. Anlayacağınız bu iddiaya göre; insana özgü bir cinsiyetin, biyolojik ve toplumsal olmak üzere iki farklı tanımıyla karşılaşırız. Bu durumda, kedi örneğimize dönecek olursak, kedinin penisine referans verilerek tanımlanması, kedinin biyolojik cinsiyetinin baz alınarak tanımlandığını gösterir ve bu kabuller “biyolojik gerçekler” adı altında yeniden üretilip doğallaştırılır. Peki, erkek kedinin cinsiyetinin tanımlanmasında dışarıda bırakılan “toplumsal cinsiyet” kavramı nerededir? Bu tanımlayışın eksikliği, kedinin toplumsal bir varlık olmadığı iddiasına mı dayanmaktadır?

Kediye erkek ve dişi -ki “erkek” ifadesi insanlarda doğrudan kullanılırken “kadın” yerine “dişi” denmesi- demek, biyolojik bir referanstan çok toplumsal olanla doğrudan ilgilidir, fakat bu toplumsal olan, ifadenin öznesi olan kedinin toplumsallığı ile değil, insanın toplumsallığı ile alakalı görünüyor. Bunu da söylemlerdeki heteronormativite ve cisnormativite üzerinden anlayabiliyoruz. Kedinin karşı cinsiyete mensup bir kediyle cinsellik yaşaması, daha doğrusu böyle olması gerektiğinin varsayılması, insan – insan ilişkilerindeki “kadının erkekle, erkeğin de ancak kadınla cinsel birliktelik yaşaması gerektiği” iddiasının bir çıktısı sayılabilir. Kedinin, penise veya vulvaya sahip olması üzerinden bir cinsiyet atfının yapılmasına da yine insan – insan ilişkilerindeki “bir insan kadın doğmuşsa kadındır, erkek doğmuşsa erkektir” iddiasının bir çıktısı olarak bakılabilir. Bu makaledeki amaç, kedi örneğinden gidersek, kedinin kendine özgü bir biyolojik ve/veya toplumsal cinsiyet ve cinsellik kalıpları olduğunu iddia ederek bunları ortaya koymak değil, masum görünen insanmerkezli yakıştırmaların farkında olmadan neleri yeniden ürettiğini ve belki de kedilerle kurduğumuz ilişkilerde farklı örüntüler yakalayabilecekken kendimizi koşullamamızdan kaynaklı körleşmemizi ifade etmektir.  Belki de kedilerde insanda olmayan veya gözlemlenmemiş farklı cinsiyetler ve cinsel pratikler mevcuttur; belki de kedilerin seksüel tercihlerindeki motivasyonlar, insanlarınkinden farklı dinamikler üzerinden şekilleniyordur, neden olmasın? 

Yazı boyunca, insan-olmayan hayvanların cinsiyetlendirilmesi ve cinselleştirilmesinin farklı boyutlarını inceleyeceğiz. İlk başlıkta, insan-olmayan hayvanlara dayatılan cinsiyet ve cinsellik rollerinin, türcülükle iç içe geçmiş ideolojik temellerini tartışacağız. Cinsiyet atamalarının, insan-insan ilişkilerindeki heteronormatif ve cisnormatif kalıpların bir yansıması olarak ortaya çıkışını ve bu söylemlerin bedenler üzerindeki tahakkümü nasıl normalleştirdiğini irdeleyeceğiz. İkinci başlıkta, et ve süt endüstrilerindeki sistematik şiddet pratiklerini ele alarak, insan-olmayan hayvan bedenlerinin biyopolitik kontrol mekanizmalarıyla nasıl araçsallaştırıldığını göstereceğiz. Son olarak, üçüncü başlıkta ise ekofeminizm ve queer ekoloji perspektiflerinden hareketle, türcülük ve cinsiyetçilik arasındaki kesişimselliği tartışacağız. Bu çerçevede, insan-olmayan hayvanların bedenlerine, yani varoluşlarına dair hegemonik normların eleştirisini yaparak, alternatif ilişki biçimlerine dair bir tahayyül geliştirmeyi hedefleyeceğiz. Bu başlıklar, insanmerkezli söylemlerin görünmez kıldığı noktaların açığa çıkmasına yardımcı olmakla kalmayacak, aynı zamanda alternatif bir türlerarası ilişki pratiği geliştirebilmek adına yeni sorular sormamıza da olanak sağlayacaktır. 

“Yuvayı Dişi Kuş mu Yapar?”: Hayvanlara Cinsiyet ve Cinsel Rol Dayatmanın Anatomisi

Sosyolog Pierre Bourdieu, habitus kavramı üzerinden insanın bildiğini varsaydığı ve savunduğu değerlerin, bilinç düzeyinde tartışılmaksızın, toplumsal olanın nasıl bireyselde bedenleştiğinden bahseder, bunu da “tarihin şimdileşmesi” ve “nesnelliğin öznelleşmesi” olarak tanımladığı süreçlerle anlatır. Bourdieu’nün bu yaklaşımı, özellikle bebeklik ve çocukluk yıllarında öğrenilenlerin bir deri gibi üzerimize nasıl yapıştığını, dahası bizi biz yapan öğeler hâline geldiğinden bahseder. Bir arkadaşımızın ifade ettiği gibi “yaşam, bebeklik ve çocuklukta yaşanmışlıkların telafisi” hâlini alır. Durum böyle olunca -bilinçli veya bilinçsiz olarak- bize öğretilmiş pek çok şeyin -cesaretimiz yettiği sürece- sorgulamasını yapmak zorunda kalırız. Bizlerin yaptığı şey tam olarak budur: bebeklikte ve çocuklukta bize öğretilmiş “cinsiyet” ve “cinsellik” kavramlarının insan-olmayan hayvan özelinde nasıl tanzimlendiğini sorgulamak. 

Bebeklik ve çocukluk boyunca bize anlatılan masallardaki ve izletilen çizgi filmlerdeki karakterler, ya uysal ve alımlı biçimiyle “kadın”, ya da sert ve yakışıklı biçimiyle “erkek” imgesiyle örtüşürdü. Çizgi filmlerden Aslan Kral’daki Simba, Tom ve Jerry’deki Tom, Winnie the Pooh’daki Tiger ile yakınlık kurarken; bir yandan da Bambi’deki Bambi, Looney Tunes’daki Bugs ve Lola Bunny ile yakınlık kurardık. Masallarda ise Kırmızı Başlıklı Kız’daki kurt karakterinin sert ve saldırgan yapısıyla erkeklik, Çirkin Ördek Yavrusu’ndaki anne üzerinden kadınlık ve La Fontaine’deki insan-olmayan karakterlerle de beşerî sosyo-kültürel normlara sahip olmaları üzerinden yakınlık kurduk.

Şu söylenebilir:

Çocuklukta herkesin televizyona ve masal, hikâye gibi edebi anlatılara erişimi yoktu.

Gayet haklı bir eleştiri, fakat bu sefer de o yıllarda maruz kaldığımız atasözleri ve deyimlere işaret etmemiz gerekiyor. Bu bölümün başlığında olan “Yuvayı dişi kuş yapar” atasözü hem kuşa cinsiyet atıyor hem de cinsiyet atadığı kuşun cinsiyet rolünü belirliyor. “Dişi köpek kuyruğunu sallamazsa, erkek köpek peşine düşmez” atasözü, dişi köpekle erkek köpeğin seksüalitesine işaret ederek -bizim tabirimizle- heteronormatif bir yaklaşıma işaret ederken aynı zamanda bir yanıyla da erkek köpeği dişi köpek karşısında pasif konuma koyarak bir çeşit incel (involuntary celibate) söylemi yeniden üretiyor. “Kuzguna yavrusu şahin görünür” ve “Kirpi yavrusunu pamuğum diye severmiş” gibi atasözleri, insan-olmayan bir hayvanın yavrusuyla kurduğu ilişkiyi romantize ederek insan- insan ilişkilerindeki “vefakâr, koşulsuz sevgi duyan anne” anlatısını güçlendiriyor. Bu tür anlatılar, insan-olmayan hayvanların cinsiyetlendirilmesi ve bedenleri üzerindeki tahakküm pratiklerini normalleştirmenin bir aracı hâline geliyor. Bu durum, kısırlaştırma pratiklerinden başlayarak daha sistematik şiddet biçimlerine kadar uzanır.

Her ne kadar beşerî özelliklerimizi insan-olmayan hayvanlara yükleyerek bir uzlaşım/ortak zemin kurmaya çalışsak -ve bunu kısmen başarsak- da bu zeminin ötekinin failliğine zarar verecek ve bunu perdeleyecek olması açısından sakıncalıdır. Tartışılması mühim konulardan biri olan kısırlaştırma pratikleri buna örnek verilebilir. Özellikle, insan dahil tüm kentli hayvanları düşündüğümüzde, bir yapılandırma stratejisi, nüfus planlaması olarak kısırlaştırma pratiği işlevsel olabilir. Kentlerde yaşayan insanları kısırlaştırmak etik açıdan kabul edilmez, fakat mevzu insan-olmayan hayvanlara geldiğinde, tartışılmaksızın tek çözüm olarak öne sürülebilir. Bunun başlıca nedenlerinden biri de kentlerin sadece insan-odaklı tasarlanmış olmalarıdır. Başka bir nedeni de insanın diğer tür kentlilerle kurduğu ilişkilerde dayanışmacı, uzlaşmacı bir tutum sergilemiyor olmasıdır. Kısırlaştırılan veya kısırlaştırılması gerekli görülen hayvanların, kontrolsüzce doğum yaptıkları ve doğan bebeklerin çoğunun kısa zaman içinde öldüğü varsayılır, ki bu varsayım da yanlış değildir. Sokaklarda ölen milyonlarca yavru hayvan var, ama bu bizim ötekinin bedeni üzerinden bir biyopolitik süreç yürüttüğümüz gerçeğini değiştirmez. Konumuza dönecek olursak, bu kısırlaştırma eylemlerimizi meşru kılan düşüncelerden biri de genelde insan-olmayan hayvanların, özeldeyse kedi ve köpeklerin “cinsiyetlerini ve cinselliklerini içgüdüsel biçimde performe ettiği” iddiasına dayanır. İnsan, cinsiyetinin ve cinselliğinin bilincinde olan tek varlıktır neredeyse; ki öyle bir noktaya varır ki bu, kimilerine göre insan-olmayan hayvanların cinsellikleri haz ve eğlence de içermeyebilir. Bu eylemi, varoluşlarının bir gereği olarak yerine getirirler. Bu yüzden kedi ve köpeklerin kısırlaştırılması, onları haz ve eğlenceden alıkoymaz.

Cinsiyetleştirilen Hayvanlar Hayvanlaştırılan Cinsiyetler

Bazı insanların, bazı insan-olmayan hayvanları yavrulaması için karşı cinsiyetten bir türdeşiyle çiftleştirmeye çalıştığını görürüz. Hatta bunu ticari bir kaygıyla yapanların sayısı da azımsanmayacak orandadır. Bu tür bir eylem, çiftleştirilen her iki tarafın cinsiyetleri ve cinselliklerine ilişkin güçlü varsayımlar içerir. Hadi bunu örneklendirelim: bir köpeğin başka bir köpekle çiftleştirilmesi, ki bakıldığında bu ifade de kendi içinde sorunludur, insanların başka insanlarla cinsellikleri için “çiftleştir(il)me” ifadesinin kullanıldığını görmezsiniz, her iki köpeğin de birbirlerine karşı arzu geliştirdiği iddiasına dayanır. Rıza, verilidir. Oysaki buradaki durum, inşa edilmiş bir rızadır. İnşa edilmiş rızalar da bildiğimiz rızalar gibi iradi arzuya dayalı değildir; genelde koşulların bir dayatmasıdır. Belki de köpeklerden birinin seksüel tercihi/yönelimi kendi cinsiyetinden birinedir. Belki de aseksüeldir veya karşı cinsiyetine ilgi duysa bile her karşı cinsiyetten biriyle ilişkiye girme arzusuna sahip değildir. Başka bir taraftan bakarsak, çiftleşme eyleminin anlamı köpekler için farklı ve -olumsuz anlamda- büyük bedeller içeriyor da olabilir. Tüm bunlara rağmen, köpeğin “içgüdüleriyle hareket eden/çiftleşen bir otomat” olduğu iddiası üzerinden rıza inşa edilmeye çalışılır. Bu konular üzerine çalışan, bilindik isimlerden Joan Roughgarden, hayvanların cinsiyet ve cinsel yönelim spektrumunun insan normlarından çok daha geniş olduğunu belirtirken, Bruce Bagemihl de hayvanlar arasında eşcinsel davranışların yaygınlığını ve akışkanlığını vurgular. Her iki çalışma da hayvanların cinselliğinin heteronormatif kalıplarla anlaşılamayacağını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, köpeklerin çiftleştirilmesi eylemi, yalnızca ekonomik veya diğer çıkar odaklı kaygıları değil, aynı zamanda hayvanların bedenleri üzerindeki heteronormatif ve cisnormatif tahakkümü de gözler önüne serer. Kısırlaştırma pratikleri, insan-olmayan hayvanların bedenleri üzerinde uygulanan kontrol biçimlerinden biridir, ancak bu kontrol, yalnızca popülasyon yönetimiyle sınırlı değildir; “hayvan tecavüzleri” gibi şiddet biçimleri de bu sistemin başka bir yüzüdür. Her iki durumda da hayvanların bedenleri, rızaları olmaksızın birer araç hâline getirilir.

Hayvan haklarıyla/özgürlüğüyle biraz olsun ilgilenmeye başladığınızda, içinde yaşadığınız ülkedeki türcülüğün birçok boyutu gözünüze çarpmaya başlıyor. Dâhil olduğunuz WhatsApp/Telegram/Signal gruplarından, bir araya gelinip muhabbet edinilen akşamlara kadar her yerden insan-olmayan hayvana yapılmış türcülüğe dair haberler alıyorsunuz. Bu haberler arasında belki içinizi en çok sızlatanlardan biri de “hayvan tecavüzleri”dir. Hayvan Hakları İzleme Komitesi’nin (HAKİM) 2016 ve 2020 yıllarına ait Hayvan Hakları İhlâl Raporlarında, tecavüzcülerin hayvanlara yönelik şiddetlerini meşrulaştırmaya çalıştıkları ifadeler dikkat çekmektedir: “Çok azgındım, o zaman kadın/erkek yoktu”, “benim hayvanım değil mi, istediğimi yaparım”, “bana göz kırptı” ve “oyun oynuyorduk” gibi söylemler, tam da bu yazıda ele alınan insan-olmayan hayvanlara atfedilen cinsiyet ve cinsellik tanımlarıyla doğrudan ilişkilidir. Ayça Atikoğlu’nun Diken’de 2024 yılında yazdığı haberine göre yalnızca bir yılda emniyet tarafından 6 bin 183 cinsel şiddet vakası bildirilmiştir. Tecavüzlerin neredeyse hepsinde suçlu failin erkek olması, insan – insan ilişkilerinde görülen tecavüzlerin de eyleyenlerinin erkek olmasıyla denk düşer. Bu durum, tecavüzün anatomisine ilişkin “tecavüzlerin, erkekmerkezli patriyarkal bir oyun alanı olduğu” iddiasına dair bize bir ipucu verebilir. İnsan-olmayanın cinsiyeti ve cinselliğine yönelik heteronormatif ve cisnormatif söylemlerin, patriyarkal söylemlerle iç içe olduğu, hatta birbirlerini beslediği söylenebilir. Tam da Carol Adams’ın Etin Cinsel Politikası’nda söylediği gibi: 

[Hayvansal] tüketim, eril cinsel tutkunun son aşaması gibi görünüyor…

Süt ve Kıyma Makinesi: Cinsiyetlendirilmiş Bedenlerinin Sistematik Sömürüsü

İnsan-olmayan hayvanlara yönelik cinsiyet/cinsellik-bazlı şiddet, yukarıda tartıştığımız biçimlerde yalnızca bireysel eylemlerle sınırlı değildir; kurumsal yapılar içerisinde de her gün yeniden üretilir. Bu sistemin temelinde, hayvanların biyolojik ve cinsiyetlendirilmiş özelliklerinin ekonomik amaçlarla araçsallaştırılması yatar. İnsan-olmayan hayvanların biyolojik özelliklerine yönelik tahakküm, endüstriyel ölçekte hayvanların cinsiyetleri doğrultusunda bedenlerinin sistematik bir şekilde kontrol altına alınmasıyla gerçekleşir. Bu bölümde, bu tahakkümün sistematik boyutlarını inceleyerek insan-olmayan hayvanların cinsiyetlendirilmesinin nasıl bir sömürü mekanizmasına dönüştüğünü tartışacağız. 

Süt endüstrisi, insan-olmayan hayvanların biyolojik ve cinsiyetlendirilmiş özelliklerini sömürmenin en açık örneklerinden biridir. İneklerin süt verebilmesi için her yıl suni yollarla döllenmeleri ve yavrularının doğar doğmaz onlardan alınması, bu endüstrinin temelini oluşturur. Peter Singer, süt endüstrisindeki bu uygulamayı yalnızca fiziksel bir sömürü değil, aynı zamanda duygusal bir şiddet biçimi olarak tanımlar. Singer’ın belirttiği gibi, doğan yavrularını arayan ineklerin saatlerce, hatta günlerce süren hüzünlü haykırışları, bu süreçte maruz kaldıkları acının açık bir göstergesidir. İnekler, doğurganlıkları ve süt üretimi kapasiteleri temel alınarak sürekli olarak birer “üretim makinesi” gibi kullanılır. Bu süreçte kullanılan “tecavüz askısı” adı verilen alet, ineklerin suni döllenme sırasında hareketsiz kılınmasını sağlamak amacıyla tasarlanmış ve yaygınlaşmıştır. Suni döllenme süreci, çoğu zaman “üreme” olarak masumlaştırılsa da bu işlem sırasında ineklerin bedensel bütünlüğü ve rızası tamamen yok sayılır. Jonathan Safran Foer bu tür uygulamaları, insan-olmayan ötekilerin bedenlerinin yalnızca ekonomik araçlar olarak görüldüğü endüstriyel şiddetin en belirgin biçimlerinden biri olarak ele alır. İneklerin doğurganlıkları üzerinde kurulan bu kontrol, onların bireysel failliğini reddederek yalnızca “verimlilik” ve “ekonomik değer” üzerinden tanımlandığını açıkça ortaya koyar. Bunun yanı sıra, süt endüstrisinin buzağılara yönelik yaklaşımı da bu tahakküm sisteminin başka bir yüzünü ortaya koyar. Erkek olarak tanımlanan ve üreme mekanizmasının dışında kalan buzağılar, süt üretiminde ekonomik bir değer taşımadıkları için genellikle doğar doğmaz et endüstrisine satılır veya öldürülür. 

©Jan Van İjken - Precious Animals
Precious Animals – ©Jan Van Ijken

İnsan-olmayan hayvanların cinsiyetlendirilmesi ve buna bağlı ekonomik değerlendirme pratiklerinin bir diğer çarpıcı örneği ise tavuk endüstrisinde görülür. Yumurtacı tavuk üretiminde, yalnızca biyolojik olarak yumurtlaması mümkün civcivlerin ekonomik bir değere sahip olduğunu, erkek olarak tanımlanan civcivlerin ise doğar doğmaz öldürüldüğünü görürüz (Chick Culling, 2023). Bu civcivlerin yok edilme yöntemleri arasında gazla boğma, canlı canlı kıyma makinelerine atma veya elektrikle öldürme gibi şiddet içeren uygulamalar yer alır. Bu pratikler, tavuk endüstrisinde uygulanan sistematik şiddetin yalnızca bir boyutunu oluşturur. Başka pratiklere örnek vermek gerekirse, gaga kesimi, bu pratiklerden en yaygınıdır (Beak trimming, 2023). Tavukların birbirlerine zarar vermelerini önlemek amacıyla yapılır; ancak bu uygulama, tavukların doğal davranışlarını sergilemelerine engel olur ve şiddetli bir acıya neden olur. Gaga kesimi sırasında tavukların sinir dokularına zarar verilir, bu da kesim sonrası kronik ağrıya yol açar. Gaga kesimi, aslında endüstriyel sistemlerin hayvanlara sağladığı dar yaşam alanlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tavuklar, genellikle yetersiz olan küçücük kafeslere tıkılırlar. Bu kafeslerde, doğal hareketlerini gerçekleştiremedikleri için stres ve anksiyete geliştirirler, bu da bazen birbirlerine saldırarak ölümle sonuçlanan vakalara yol açar.  Bunun yanı sıra, tavukların yumurtlama döngüleri üzerinde tam bir kontrol sağlamak amacıyla suni ışıklandırma sistemleri kullanılır (Chickens in my garden, 2023). Tavukların biyolojik ritimlerini bozacak şekilde sürekli ışığa maruz bırakılmaları, yumurtlama hızını artırmak için kullanılan yaygın bir yöntemdir. Bu yöntem, tavukların hormonal sistemlerinde dengesizliklere ve ciddi sağlık sorunlarına yol açar. Örneğin, tavukların yumurtlama kapasitelerini artırmak için uygulanan bu tür manipülasyonlar, genellikle kemik erimesi, üreme organı enfeksiyonları ve yumurta bağlanması (yumurtaların üreme kanalında sıkışması) gibi sağlık problemlerine neden olur. Tavukların bağışıklık sistemini desteklemek veya hızlı büyümelerini sağlamak adına sık sık antibiyotik ve diğer ilaçlar uygulanır. Bu ilaçlar, tavukların doğal hormon dengelerini bozar. Psikolojik baskılar ve fiziksel kısıtlamalar altında yaşayan tavuklar, genellikle strese bağlı hastalıklara maruz kalır. Bu durum, yalnızca bireysel sağlık sorunları yaratmakla kalmaz; aynı zamanda toplu ölümlerle sonuçlanabilecek enfeksiyonlara da zemin hazırlar. Stresten kaynaklanan saldırgan davranışlar ve yaralanmalar, endüstriyel çiftliklerin bu şiddeti daha çok artıran bir döngüye girdiğini göstermektedir. 

Sonuç olarak, yumurta endüstrisindeki bu sistematik şiddet pratikleri, insan-olmayan hayvanların yalnızca birer üretim aracı olarak görülmesinin sonucudur. Civcivlerin cinsiyetlerine dayalı maruz bırakıldıkları bu uygulamalar, türcülüğün cinsiyet meselesiyle kesişimini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Tavukların doğal davranışlarını sergileme haklarının yok sayıldığı bu sistem, sadece bireysel refah sorunlarına değil, aynı zamanda insan sağlığı ve ekosistem üzerinde geniş çaplı etkilere de sahiptir.

Precious Animals - ©Jan Van Ijken
Precious Animals – ©Jan Van Ijken

İnsan-olmayan hayvanların cinsiyetlendirilmesi, onların biyolojik özelliklerinin araçsallaştırılması ile derin bir sömürü mekanizmasına dönüşmektedir. Süt endüstrisinde ineklerin bedenleri üzerindeki sistematik kontrol ve erkek olarak tanımlanan buzağıların “değersiz” addedilerek öldürülmesi veya tavuk endüstrisinde tavukların üretim süreçlerine hapsedilip, erkek olarak tanımlanan civcivlerin doğar doğmaz yok edilmesi, bu tahakküm sisteminin yalnızca birkaç örneğidir. Bu pratikler, insan-olmayan hayvanların cinsiyetlerine göre yaşadıkları şiddetin ekonomik gerekçelerle normalleştirilmesini ve kurumsallaşmasını göstermektedir. Suni tohumlama, gaga kesimi, ışık manipülasyonu ve dar alanlarda yaşamaya zorlanma gibi uygulamalar, insan-olmayan hayvanların doğal davranışlarını engelleyerek yalnızca fiziksel acıya değil, aynı zamanda psikolojik travmalara da neden olur. 

Ekofeminizm ve Queer Ekoloji: Mücadele Alanlarının Kesişimi

Önceki bölümlerde, insan-olmayan hayvanların cinsiyetlendirilmesi ve cinselliklerine ilişkin beşerî normların bedenlerinde nasıl yeniden üretildiğini ve bunun nasıl bir tahakküm sistemine dönüştüğünü tartıştık. Bu bölümde ise söz konusu sistemin ekofeminizm ve queer ekoloji gibi ideolojik mücadele alanlarıyla kesişerek nasıl daha geniş bir tartışma ufku sunduğuna odaklanacağız. Bahsi geçen mücadele alanlarının, hem insan-insan ilişkisine hem de insan-olmayan hayvanlarla kurduğumuz ilişkilere dair ortak örüntüler kurduğunu veya kuramadığını sorgulayarak, daha bütüncül bir eleştirel perspektif geliştirmeye çalışacağız.

Ekofeminizm, doğa ve kadın arasında kurulan benzerlikleri, çoğu zaman patriyarkal düşüncenin ürettiği bir söylem olarak görür ve bu benzerliklerin aslında tahakküm pratikleriyle iç içe olduğunu hatırlatır. Carol J. Adams ve Vandana Shiva gibi yazarlar, ekofeminizmin yalnızca “kadın ve doğa arasındaki özsel bir yakınlık” iddiasına dayanmadığını; aksine, patriyarkanın ve kapitalizmin hem kadınlar hem de doğa -dolayısıyla da insan-olmayan hayvanlar- üzerinde ortak tahakküm biçimlerini ifşa etmeyi amaçladığını ileri sürer. Bu yaklaşıma göre, kadın bedeninin üreme yetisi nasıl kontrol altına alınıyorsa, dişi olarak tanımlanan insan-olmayan hayvanların bedenleri de süt ve yumurta endüstrilerinde olduğu gibi araçsallaştırılır. Kadın bedeni ile insan-olmayan hayvan bedeni üzerindeki denetim, patriyarkanın “doğurganlık” ve “verimlilik” nosyonlarıyla meşrulaşır. Bu meşrulaştırma süreci, “anne”, “bakıcı” veya “uysal dişi” gibi rollerin doğallık kisvesi altında kodlanmasıyla pekişir. Ekofeministler, bu dinamiğin yalnızca kadın-erkek eşitsizliğini değil, aynı zamanda insan ve insan-olmayan hayvan arasındaki tahakküm ilişkisini de yeniden ürettiğini öne sürer. Dolayısıyla ekofeminizm, türcülüğün ve cinsiyetçiliğin ortak tarihsel ve ideolojik kökenlerini açığa çıkarmaya çalışarak, mücadelenin iki ayrı zeminde değil, kesişen bir düzlemde verilmesi gerektiğini savunur.

Queer ekoloji ise toplumsal cinsiyet ve cinsellik tartışmalarındaki heteronormatif ve cisnormatif kabulleri “doğa” alanına da genişleterek sorgular. Mortimer-Sandilands ve Bruce Erickson’un derlediği Queer Ecologies çalışması, heteroseksüel üreme odaklı “doğa” mitinin, insan-olmayan hayvanların cinsellik repertuarını nasıl daralttığını ve görünmez kıldığını gösterir. Bu bakış açısı, insan-olmayan hayvanın cinselliğinin -tıpkı insanlarda olduğu gibi- üremenin ötesinde pek çok motivasyon, arzu ve bağlama sahip olabileceğini öne sürer. Queer ekoloji, yukarıda tartıştığımız gibi insan-olmayan hayvanların, “doğaları gereği” yalnızca dişi-erkek ikiliğine ve “üremek için çiftleşme”ye indirgenemeyeceğini hatırlatır. Ara türler, cinsiyet değiştiren balıklar, eşcinsel veya aseksüel davranışlar sergileyen kuşlar, primatlar vs. tam da doğanın aslında ne kadar akışkan olduğunu ve “normal” saydığımız cinsiyet ve cinsellik kalıplarını paramparça edecek kadar büyük bir çeşitlilik barındırdığını gösterir. Böylelikle, insan-olmayan hayvanların cinsiyetsiz veya sınırları belirsiz cinsel repertuarlara sahip olabileceğini kabul etmek, queer ekolojinin temel argümanlarından biri hâline gelir.

©Diane Arbus
©Diane Arbus

Ekofeminizm ve queer ekoloji, ilk bakışta birbirinden farklı boyutlara odaklanıyor gibi görünse de aslında ortak bir paydaya sahiptir. Doğayı ve insan-dışı yaşam formlarını sabit, değişmez ve hiyerarşik bir düzene yerleştiren anlayışa karşı çıkarlar. Ekofeministler, cinsiyetlendirilmiş insan-olmayan hayvanların bedenlerine ve doğadaki diğer canlılara yönelik tahakküm ile kadınların toplumsal konumundan kaynaklı maruz kaldıkları tahakkümle paralellikler kurarlar. Queer ekoloji perspektifiyle yaklaşanlar insan-olmayan diğer her canlının cinsellik ve cinsiyet pratiklerinin “kadın ve erkek” şeklindeki ikili kalıplar çerçevesinde değerlendirilmesini eleştirirler. Bununla birlikte, her iki yaklaşımın işlemediği veya eleştirilebilecek noktaları da vardır. Bazı ekofeministler, insan-olmayan hayvanlara dair cinsiyet ve cinsellik tartışmalarını ikinci planda bırakabilir veya hayvanlığa “özsel” bir dişilik atfederken, toplumsal cinsiyet inşasını yeterince irdelemeden, sadece “kırılgan” ve “korunmaya muhtaç” canlılar retoriğine yönelebilirler. Öte yandan, queer ekoloji içinde hayvan özgürlüğü veya hayvan haklarıyla ilgili etik-politik meselelerin her zaman öncelikli tartışma konusu olmadığı görülebilir. Yine de ikisi arasında etkileşime giren araştırmacılar, tür, cinsiyet, cinsel yönelim ve bedensel özerklik tartışmalarını kesişimsel bir çerçevede ele alarak yeni sorular sormaktadırlar. 

Gerek ekofeminist gerekse queer ekolojik düşünce, hem insan-insan hem de insan ve insan-olmayan hayvan ilişkilerinde alternatif bir dünyayı tasavvur etmenin ipuçlarını barındırır. İnsan- insan ilişkilerine baktığımızda, patriyarkal ve piyasa-odaklı tahakküme direnmek, toplumsal cinsiyet rollerinin doğallaştırılmasına karşı çıkmakla sınırlı kalmaz, aynı zamanda beden, emek, insan-olmayan diğer her şeyin araçsallaştırılmasını reddeden bir duruş içerir. İnsan ve insan-olmayan hayvan ilişkisine baktığımızda insanmerkezliliği eleştirerek cinsellik ve üreme pratiklerindeki özerkliği tanımak, onları “kaynak” veya “araç” olarak değil, farklı gereksinimleri ve arzuları olan failler/bireyler olarak görmek anlamına gelir. Bu iki boyut, yapısal düzeyde birbirini besleyebilir. Örneğin, sömürüyü sadece “kadın” ve “erkek” arasındaki veya “insan” ve “doğa”/“insan-olmayan hayvan” arasındaki ilişkilerde değil, tüm canlılarla kurduğumuz ilişkilerde eşzamanlı olarak tanımlamak, çok katmanlı bir özgürleşme politikasına kapı aralar. Karşılıklı dayanışma, türcülük karşıtı pratikleri cinsiyetçilik karşıtı pratiklerle birleştirdiğinde, hayvan çiftliklerinden kısırlaştırma politikalarına, laboratuvar deneylerinden “yabanıl” yaşam alanlarının gaspına kadar geniş bir yelpazede daha bütünsel bir mücadele söz konusu olur.

Sonuç Yerine

İnsan-olmayan hayvanların cinsiyetlendirilmesi ve cinselliğinin beşerî normlara göre tanımlanması, yüzeyde onların doğası gereğiymiş gibi görünen ancak derine indikçe patriyarka, heteronormativite, cisnormativite ve türcülükle iç içe geçmiş karmaşık bir tahakküm ilişkisini açığa çıkarır. Sokaktaki kedinin “erkek” veya “dişi” diye etiketlenmesinden -veya daha doğrusu damgalanmasından- süt endüstrisindeki ineklerin doğurganlıklarının bir üretim bandında sömürülmesine dek uzanan pratikler, bizlere insanın yalnızca doğaya değil, kendi türü dışındaki varlıklara yaklaşımında da nasıl bir iktidar örüntüsü kurduğunu göstermektedir. Bu iktidar ilişkilerinde “masum” addedilen her türlü söylem ve eylem, esasında insanmerkezli bir bakışın ürünü olup, insan-olmayan hayvanların beden ve cinsellik çeşitliliğini silikleştiren, zaman zaman da yok eden bir araç hâline gelmektedir. Bu tablo, konuyu salt bir “hayvan hakları” veya “çevre” meselesi olmaktan çıkarır ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinden patriyarkaya, kapitalizmin dayattığı üretim kalıplarından türcülüğe uzanan çok katmanlı bir sorgulamayı gerektirir. Gündelik dilde yer etmiş atasözleri, masallardaki “cinsiyetli hayvanlar” veya çizgi filmlerdeki antropomorfik karakterler, hep aynı ortak paydaya işaret eder: İnsan-olmayan hayvanlar, sanki insanın taşıdığı toplumsal cinsiyet rollerine göre yaşarmış ve yaşamalıymış gibi kurgulanır. Oysa ekofeminizm, doğa ve onun parçası olan insan-olmayan hayvanlar ile kadın bedeninin benzer tahakküm mekanizmalarına tabi kılındığını, queer ekoloji ise “doğa” diye sunulan cinsel ve cinsiyet düzenlerinin aslında ne kadar akışkan olduğunu bize hatırlatmaktadır. Bu iki düşünce hattı, insan-olmayan hayvanların “kadın” veya “erkek” kategorilerine sığmayan bedensel ve davranışsal çeşitliliğini görmemizi sağlayarak, onlara dair kökleşmiş önyargıları sarsar.

Bu noktada, meseleyi “basit” veya “üzerinde çok da düşünülmesi gerekmeyen” bir konu olarak görmenin, aslında kendi toplumsal inşalarımıza eleştirel bakmaktan kaçınma çabası olduğu açıktır. İnsan-olmayan hayvanların cinsiyetleri ve cinsellikleri, yalnızca biyolojik veya “içgüdüsel” kategorilerle açıklanamaz; çünkü bu kategoriler dahi, insanın kendi toplumsal, ekonomik ve ideolojik kodlarıyla yoğrularak atfedilir. Cinsiyetçi ve türcü tahakkümün iç içe geçmesi, kısırlaştırma gibi görece “pratik” çözümlerin bile derinlerde bambaşka hiyerarşileri beslediğini ortaya koyar. Bu çok katmanlılık, hayvan tecavüzlerinden endüstriyel kitle imhasına kadar uzanan bir şiddet zinciri üretir ve bunun sorumluluğu da doğrudan bizim türcü, patriyarkal ve heteronormatif anlayışlarımızla ilişkilidir. 

Hem insan-insan ilişkilerinde hem de insan ve insan-olmayan hayvan etkileşimlerinde farklı bir gelecek tahayyül etmek için bu iktidar kalıplarına karşı bütüncül bir mücadele yaklaşımı geliştirmek elzemdir. Ekofeminizm ve queer ekoloji, kendi içlerinde farklılıklar ve eksikler taşısalar da bizleri tek boyutlu hak talebinin ötesine taşıyıp kolektif bir özgürleşme arayışına davet eder. Zira patriyarka ve kâr-odaklı piyasa, insanlar ve insan-olmayan hayvanlar üzerindeki tahakkümünü benzer yöntemlerle kurup heteronormativite ve cisnormativite aracılığıyla hem insanın hem de insan-olmayanın cinselliğini kısıtlayarak tek tip “normal” yaratmaya çalışır. Bu gerçek görmezden gelinemez. Bu nedenle, insan-olmayan hayvanların cinsiyetlendirilmesi ve cinsel rollere hapsedilmesi meselesi, asla “basit” veya “tali” bir gündem maddesi değildir; bilakis, adil ve sürdürülebilir bir gelecek için yürütülen çabaların merkezinde yer alması gereken, derin ve çarpıcı bir sorunsaldır.

Kaynaklar:

Butler, J. (1990). Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity. – New York: Routledge.

Wacquant, L., & Bourdieu, P. (2003). Düşünümsel bir antropoloji için cevaplar. – Baskı,(Çev: N. Ökten), İletişim Yayınları, İstanbul.

Roughgarden, J. (2004). Evolution’s rainbow: Diversity, gender, and sexuality in nature and people. – University of California Press.

Bagemihl, B. (1999). Biological exuberance: Animal homosexuality and natural diversity. – St. Martin’s Press.

Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM). (2016, 2020). Türkiye’de hayvan hakları ihlalleri raporu , 2016 – 2020. – Hayvan Hakları İzleme Komitesi. 

Atikoğlu, A. (2024, Haziran 11). Bir yılda 6 bin 183 hayvana tecavüz edilmiş. – T24.

Adams, C. J. (2013). Etin cinsel politikası: Feminist-vejetaryen eleştirel kuram (G. Tezcan ve M. E. Boyacıoğlu, Çev.). – Yeni İnsan Yayınevi. (Orijinal eser 1990 tarihinde yayımlanmıştır).

Singer, P. (1975). Animal liberation: A new ethics for our treatment of animals. – Random House.

Foer, J. S. (2009). Eating animals. – Little, Brown, and Company.

Levitt, T. (2020, Aralık 10). The end of dairy’s dirty secret? Farms have a year to stop killing male calves.The Guardian.

Chick culling. (2023, October 6). – Wikipedia. 

Beak trimming. (2023, December 21). – Wikipedia. 

Santana, M., Garcia, R., Nääs, I., Caldara, F., & Almeida Paz, I. (2014). Light emitting diode (LED) use in artificial lighting for broiler chicken production. – Engenharia Agrícola, 34(3), 422–427.   

Chickens in my garden. (2023, Aralık). How to use Lighting in your chicken coop to get eggs in winter [Video]. – YouTube.

Ghiselin, M. T. (1969). The Triumph of the Darwinian Method. – University of California Press.

De Waal, F. (1995). Bonobo: The Forgotten Ape. – University of California Press.

Shiva, V. (1989). Staying Alive: Women, Ecology, and Development. – Zed Books.

Mortimer-Sandilands, C., & Erickson, B. (Eds.) (2010). – Queer Ecologies: Sex, Nature, Politics, Desire. Indiana University Press.

İlginizi Çekebilir!
Dungeons & Dragons Sevenlerin Yılı: 2023