Elif Uras’ın Kale Tasarım ve Sanat Merkezi’nin (KTSM) desteğiyle gerçekleşen “Ellerinde Toprak” sergisinde, sanatçının New York’ta torna ve elde şekillendirme teknikleriyle ürettiği seramik işleri, Osmanlı’dan bu yana Türk çiniciliğinin tarihi merkezi olan İznik’te döküm yöntemiyle ürettiği eserleriyle ilk kez bir araya geliyor.

Ellerinde Toprak sergisinin ana teması kadın emeği, bu fikir sanat pratiğinizle nasıl birleşti? Kavramsal kurgu ve formlarınızı etkileyen nedir?
Elif Uras:
Görünmez emeği görünür kılmak, kavramsal açıdan uzun süredir pratiğimde altını çizmeye çalıştığım bir fikir.
Seramik serüvenime İznik’te başladım; uzun zamandır orada, daha geleneksel formlar ve desenlerle çalışan kadın zanaatkârlarla yan yana üretim yapıyorum. Bu işlerde, zanaat geleneklerinde ne kadar emek, detay ve alın teri olduğunu bizzat gözlemledim. Tabii bu, kendi pratiğim için de geçerli. Bu geleneği güncellemeye çalışırken, tarihi olarak görünmez olan kadın bedenini ve emek hikâyelerini formlarıma ve anlattıklarıma taşımaya başladım. Toprak bir yandan seramik çamurunu ve kili çağrıştırırken, diğer yandan kadın emeğinin toprakla olan ilişkisine işaret ediyor Aynı zamanda toprak; dünya ile, tabiatla ve arkeolojik olanla da ilişkili. Belleği, geçmişi, zamanın içinden süzülüp gelen emeği ve bilgiyi de barındırıyor.
Üretim sürecinizde İznik’in yeri oldukça büyük, çiniden kendi form ve tarzınıza geçiş nasıl yaşandı?
Elif Uras:
Kariyerime resim ile başladım. Tuval üzerine resim yapmayı bırakıp sadece seramik yüzeyler üstünde çalışmaya başlamak benim için bir kırılma noktası oldu. İşlerimi heykel ile resim arasında konumlandırmak, kendi formlarımın üzerine desen ve resim yapmak bana yeni ufuklar açtı.
Sanat üretiminizin arkasındaki temel düşünsel yaklaşım nedir? Bu yaklaşım çalışmalarınızda nasıl hayat buluyor? Eserlerinizin üretim süreciniz nasıl oluyor?
Elif Uras:
Bu coğrafyadan çıkan tarih öncesi kadın formları, aslında hepimizin bilinçaltında yer eden dişil arketipin kaynaklarından. Bu formlar sadece estetik anlamda değil, aynı zamanda ilk seramik heykeller oldukları için benim için çok önemli. “Büyük Ana” isimli işim adını, Jung’un öğrencilerinden Erich Neumann’ın, dişil arketip üzerine yazdığı aynı isimli kitabından alıyor. Neumann orada çarpıcı bir denklem kuruyor: kadın = kap = beden = dünya. Bu sergide de tam olarak bu kavramların etrafında dolaşıyorum aslında.

Kadın, kap ve beden… Sergi, bunların içini ve dışını dokuyan, ören, dolduran, taşıyan emekle ilgili.
Üretim sürecine gelince; uzun, zahmetli, bazen hüsran bazen coşku dolu, göçebe bir düzende üretiyorum. Seramiğe üç farklı teknik açıdan yaklaşıyorum: döküm, torna, elle yapım. O nedenle, değişik atölyelerde, değişik aşamalarda devam eden işlerin hepsini bazen aylarca kafamda ve kollarımda taşıyorum.
The Met’in İslam sanatı koleksiyonundaki seçili İznik eserlerinden ilhamla yeni işler ürettiniz. Bu nesneler arasında sizi özellikle etkileyen ya da yaratıma yönlendiren detay neydi? Gözünüze ilk çarpan ne oldu?
Elif Uras:
Seramikle çalışmaya İznik’te başladığım için uzun zamandır İznik tarihinden ve eserlerinden ilham alan işler üretiyorum. Zamanla sanat tarihinden bana yakın gelen motifleri kişiselleştirip özgün bir motif dağarcığı edindim. Bu geleneği, gelenekte yer almayan kadın formlarıyla harmanlayarak kendi ikonografimi yaratmaya çalıştım.Farklı coğrafyalarda farklı seramik gelenekleri ve bunlara bağlı teknik yaklaşımlar var; ancak İznik’in yeri bambaşka. Bu çinilerin ölümsüzlüğü, kültürel bağlantıları, mavinin tonları, geometrik desenlerdeki optik illüzyon ve fırça kullanımındaki ustalık… Hâlâ beni etkileyen, çarpan detaylar bunlar. Her bir nesnede, zamanın ötesine geçen bir estetik ve teknik incelik var.

Tekrar sergiye gelecek olursak, yoğun altın yaldız kullanımı görüyoruz, bütün kadınlar altın renginde. Farklı formlar ve gösterişli boyutlar var. Diğer sergilerden farklı kılan tercihinizin altında nasıl bir düşünce yatıyor? Ve büyülenerek seyrettiğim hayali paralardan oluşan yerleştirmenizi yapma fikri hangi düşüncenin sonucunda ortaya çıktı?
Elif Uras:
Altın, değer unsuru olarak Anadolu topraklarıyla ve bu coğrafyanın kadını ile yakından ilişkili. Güç sembolü, sonra da dini sembol olarak daha çok erkek egemenliğini simgeleyen bir yanı da var. Tarihsel olarak da kapitalizmin mihenk taşlarından biri. Yeni işlerimde bu alışagelmiş çağrışımları tersine çevirerek, altını kadın emeğinin bir karşılığı olarak çerçevelemeye çalıştım.
Altını sadece süsleyici bir unsur olarak değil, serginin anlatısının bir parçası yapmak istedim.
Altın bedenli kadınlar, bu işlerde ortak deneyimleriyle aynı takımı, aynı “ekibi” oluşturan, birlikten destek alan ögeler olarak yer alıyor. Sırsız ve mat yüzeylerde izole edilmiş, rölyefli bir kalınlığı olan altının parlaklığı ve ritmi, bakışı hem ele geçiriyor hem de geri yansıtıyor. Bu da seyirciyle kurduğu ilişkiyi kuvvetlendiriyor.

“Hayalet Para / Hayalet Emek” ismini verdiğim iş ise, karşılıksız kadın emeğine adadığım bir sembolik para projesi. Üzerinde uzun bir süredir çalışıyorum; ilerleyen dönemde de devam edecek. Arkasındaki temel soru şu:
Ekonomilerimiz refah üzerine değil de süreklilik üzerine kurulsa, ataerkil iktidar yerine anaerkil karşılıklılık üzerine temellense nasıl olurdu?

“Hayalet Para / Hayalet Emek”, bir yandan kadınlar arasında birikimin ve dayanışmanın yaygın simgesi olan cumhuriyet altınından; diğer yandan da Doğu Asya’daki hayalet parası ritüellerinden esinlendi. Ama burada sunu, hükümdarlara ya da ataerkil figürlere değil; tanınmayan, zanaat ve ev emeği güden, ev işleri, çocuk ve aile bakımı vazifeleriyle bedensel işçilik yapan, doğayla iç içe çalışan kadınlara ve tarih öncesinden mitleşen kadın sembollerine bir adak gibi.

Geleneksel üretim teknikleriyle çalışırken ellerinizin belleğiyle zihninizin çağdaş sorgulamaları arasında nasıl bir diyalog kuruluyor? Bu iki alanın çatıştığı ya da sürpriz şekilde uzlaştığı anlar oldu mu?
Elif Uras:
İşlerimde form ve içerik el ele gidiyor. Form, tarih, bellek ve el hafızasıyla şekilleniyor; içerik ise düşünce ile. Bu ikisi zaten içgüdüsel olarak ve senelerin verdiği eğitim ile birikime dayalı biçimde örtüşüyor. Tabii çamurun kendi karakteri ve doğası var; bazen sana boyun eğiyor, bazen de karşı geliyor ama böyle durumlar yaratıcı sürecin daha da zenginleşmesine olanak sağlıyor.