Hayvanat bahçeleri, akvaryumlar ve sirklerin demir parmaklıkları, cam bölmeleri ve yapay arka planlarının ardından teşhir ettiğimiz canlılar, bize yalnızca kendi yabancılaşmamızın birer yansımasını sunuyor. Belki de bu mekânlara bakarken asıl aradığımız şey, insanın kendi suretinden başka bir şey değildir.
Berger’e göre modern insan, insan olmayan hayvanlara yalnızca bakmakla kalmaz, onlara bakarken aslında kendi varoluş krizini, doğayla ve diğer türlerle arasındaki kopuşu seyreder. Hayvanat bahçelerinin parmaklıkları ve cam bölmeleri, bu kopuşun somutlaşmış hâlidir. İnsan, bir zamanlar doğayla iç içe bir ilişki içinde olduğu insan olmayan hayvanlarla karşılaşmanın yerini -hedonist bir biçimde- onları izlemekle sınırlı bir gözleme bırakmıştır. Oysa geçmişte bu ilişki yalnızca bir gözlemden ibaret değildi. İnsan olmayan hayvanlar, tarih boyunca insanın yaşamında sadece fiziksel varlıklarıyla değil, aynı zamanda insanın hayal gücünde taşıdıkları büyüsel ve simgesel anlamlarla da yer bulurdu. Berger, insanın geçmişte insan olmayan hayvanlarla kurduğu ilişkinin çok daha yakın ve derin olduğunu bize hatırlatır. Bu ilişki sadece ekonomik faydaya dayalı bir bağdan öte, insanın doğayla kurduğu bütüncül bir ilişkinin parçasıydı. İnsan olmayan hayvanlar, mitlerde, sanatta ve ritüellerde insanın kendisini ve çevresini anlamasına katkıda bulunup insanın düşünce dünyasında önemli bir yer tutarken, modern kapitalizmle birlikte köklü bir dönüşüm gerçekleşir. İnsan olmayan hayvanlar, gündelik yaşamın doğal bir parçası olmaktan çıkarak, endüstriyel üretim ve tüketim sisteminin nesnelerine dönüştürülür. İçten yanmalı motorun yük hayvanlarının yerini alması, kentleşmenin doğayla iç içe olan “vahşi” yaşamı marjinalleştirmesi ve insan olmayan hayvanların tarım dışı alanlardan tamamen koparılması, insan ve insan olmayan hayvanlar arasındaki bağı yalnızca fiziksel değil, manevi düzeyde de koparmıştır. Bu nedenle, insan olmayan hayvanlara bakarken gördüğümüz şey, onların gerçek varoluşları değil, kendi kaybolmuş bağlantılarımızın yansımasıdır. Berger’in de belirttiği gibi;
Hayvanat bahçeleri, insanla hayvanın tarih boyunca kurduğu yakın ilişkinin mezar taşlarıdır.
Bu yazıda yalnızca hayvanat bahçelerinin işleyişini değil, bu mekânların insanın insan olmayan hayvanlara dair algısını nasıl şekillendirdiğini de tartışacağız. İnsanmerkezcilik ve türcülük gibi kavramlar ışığında bu mekânların ideolojik ve mekânsal dinamiklerini inceleyecek ve teşhir edilen bu canlıların kaybettiği özgürlük, faillik ve bakışın ardında gizlenen kendi yabancılaşmamızın izlerini arayacağız. Denebilir ki, bu tartışmada merkeze insanın yabancılaşmasını koyarak aslında insanmerkezli bir tutum sergilemiyor muyuz? Evet, bu bir paradoks gibi görünebilir, fakat her ne kadar Berger’in eserinde insan ile insan olmayan hayvanın ilişkisi, materyalist bir temelde ele alınarak, “hayvanları eskiden daha sık kullanıyorduk, şimdi daha az kullanıyoruz” gibi bir argümana ulaşsa da bu yazıda yabancılaşmayı sadece insana atfedilen bir durum olarak değil, insan ve diğer türler arasında karşılıklı bir kopuş olarak okumaya çalışacağız. Yazının ilerleyen bölümlerinde ise Berger’in bu ilişkisel yabancılaşmayı yalnızca insan perspektifinden ele almasını eleştirecek ve onun bu insanmerkezli çerçevesini aşmayı hedefleyeceğiz.
Hayvanat Bahçesi mi, Hayvanat Hapishanesi mi?

“Hayvanat bahçesi” ifadesindeki “bahçe” kelimesi kulağa masum geliyor değil mi? Sosyolog Murat Küçük, 2019 yılında Sosyoloji Divanı adlı dergide yayınladığı “Hayvanat Bahçeleri, Akvaryumlar, Sirkler: Gösteri Hayvanları Üzerine Fragmanlar” adlı makalesinde “Hayvanlar nerede yaşar?” şeklinde bir soru sorar ve ifade edildiği gibi bir bahçede yaşamadıklarını, bu yerlere “hapishane” yakıştırmasının daha uygun olabileceğini tartışır. Gerçekten de hayvanat bahçesi bir “bahçe” midir, yoksa esaretin ve kapatılmanın kurumsallaştığı bir “hapishane” mi?
Eğer o mekanların hapishane olduğunu iddia ediyorsak oradakilerin suçları nedir? Etmiyorsak o mekanları bahçeleştiren nedir? Bu tür bir isimlendirme, türcülüğün dildeki yansımalarından sadece biridir.
Nasıl ki insan olmayan hayvanlar özelinde “öldürmek” yerine “uyutmak” ifadesi bize daha masum ve kabul edilebilir geliyorsa, “hayvanat hapishanesi” demek yerine “hayvanat bahçesi” demek o kadar masum ve kabul edilebilir geliyor, çünkü bahçe denildiğinde hepimizdeki çağrışımlar genelde olumludur: kimilerimiz ilk öpücüğünü bir bahçede almıştır, kimilerimiz de sevdikleriyle vakit geçirmenin mekanı olarak hatırlar bahçeleri; belki de bahçe denildiğinde doğayla iç içe geçmiş, tabiata yakın bir mekân imgeleşiyordur aklımızda. Her halükârda bahçe denildiğinde kimsenin aklına doğal ortamlarından koparılarak kilometrelerce ötede başka coğrafyalara taşınan veya daha türünün nereye ait olduğunun bile bilincinde olmadan orada büyümüş canlılar gelmiyor. Peki hal böyleyken biz neden halen o mekanlara bahçe diyoruz? Neden “hapishane” veya “zindan” tanımından kaçınıyoruz? Acaba Steven Best’in ifade ettiği gibi “Gerçek habitatları buldozerlerle yerle bir edilmiş ve esaret altında yaşayan bu hayvanlar kendilerinin simülakrından ibarettir” mi demeliyiz? Gördüğünüz gibi, basit görünen ama masum olmayan sorularla baş başayız.

Bugün insan olmayan hayvanların tutulduğu bu mekanları anlamak için tarihsel olarak biraz geriye gitmeli ve bu kültürel olduğu iddia edilen yapılanmanın ne amaçlarla ortaya çıktığına bakmamız gerekir. Derek Ryan’ın “Hayvan Kuramı” ve Steven Best’in “Hayvanat Bahçeleri ve Doğanın Sonu” adlı eserinde ifade edildiği üzere, insan olmayan hayvanların “seyirlik nesne” kategorisinde sergilenmesi tarihte birkaç farklı boyutta kendisini gösterir. Aztekler gibi kurban ritüellerine sahip toplumlarda dini ritüellerde kurban edilmesi için “hayvan koleksiyonları” bulunurdu. İnsan olmayan hayvanlar aynı zamanda, Batı’da yüzyıllar boyunca güç ve ihtişam göstergesi olarak saray bahçelerinde ve malikânelerde kendilerine yer buldu. Bu saray bahçeleri ve malikâneler, Avrupa’da 16. ve 17. yüzyılda soylu hükümdarların ve aristokratların, egzotik insan olmayan hayvanları toplayarak statülerini pekiştirdikleri ve misafirlerine benzersiz bir deneyim sunmakla övündükleri gösteri mekânlarıydı. Bu tür mekânlar, dönemin keşif ve sömürgeleştirme faaliyetleriyle de doğrudan ilişkilidir. Zira coğrafi keşiflerle birlikte Avrupa’ya taşınan insan olmayan hayvanlar, yalnızca egzotizmin bir parçası olarak görülmüyor, aynı zamanda “uzak toprakların” fethedilmişliğini somutlayan ganimetler olarak algılanıyordu. O yüzden dönemin bu egzotik seyirlik mekânlarıyla bugünkü hayvanat bahçeleri arasında yalnızca mekân ve sunum biçimi açısından değil, ideolojik açıdan da süreklilikler söz konusudur: Her ikisi de “ötekinin” -bu durumda insan olmayan hayvanların- gündelik yaşamlarından koparılıp insanın bakışına hapsedildiği, insanın tahakkümüne meşruiyet kazandıran alanlardır.
Modern dönemde, sanayi devrimi ve kentleşmeyle birlikte insan ve insan olmayan hayvanların yolları daha belirgin biçimde ayrıldı. Öyle ki hayvanların tarımsal üretimin doğal bileşenleri olmaktan çıkıp endüstriyel üretim bantlarında “nesne” konumuna yerleştirildiği bu süreçte, hayvanat bahçeleri de değişen kent yaşamı içinde giderek eğitici ve eğlendirici kurumlar olarak meşrulaştırıldı. Bugün bir hayvanat bahçesi, resmi söylemde sıklıkla koruma ve eğitim misyonu üzerinden savunulsa da işlevsel olarak çoğunlukla bir gösteri mekânıdır. Hayvanların doğal davranış örüntülerini kaybettiği, akıl sağlıklarının bozulduğu, türüne özgü gereksinimlerini karşılayamadıkları bu kapalı ve yapay mekânlar, sonunda hayvan refahı adı altında sahte bir normallik imajını üretiyor. Oysa bu insan olmayan hayvanların kendi doğal alanından koparılması, türdeşleriyle kurduğu iletişimin kesintiye uğratılması ve insan etkileşimine mecbur kılınması başlı başına bir şiddet biçimi olarak okunabilir. Dolayısıyla bu yapay düzenin en belirgin işlevi, eğitim veya koruma değil, daha çok insanın merak ve eğlence arzusunu tatmin etmektir. Tam da bu noktada, Berger’in işaret ettiği yabancılaşma boyutunu tekrar hatırlamak önemli görünüyor. Hayvanat bahçeleri ve diğer gösteri alanları, insanın insan olmayan hayvanla kurduğu ilişkinin birebir temas veya karşılıklı etkileşim yerine, seyir ve teşhir üzerinden tek taraflı bir bakışla yeniden inşa edildiği yerlerdir. Bu tek taraflı bakış, Michel Foucault’nun “Panoptikon” metaforunu akla getirebilir. Zira insan olmayan hayvanlar, kendi doğal davranışlarını sergileme özgürlüğüne sahip olmaksızın, sürekli gözlem altındadır. Bu sürekli gözlemleyen ve gözlenilen ilişkisine rağmen biz onların bakışını pek önemsemeyiz, çünkü bakışın gücü tek yönlüdür. Bu noktada türcülük, insanmerkezlilik ve tahakküm kavramları yeniden devreye girer. İnsan olmayan hayvanın bakışı, insan için -eşit bir varoluş imkânı içermediği sürece- anlamdan yoksun bir bakıştır; o sadece gözlemlenen ve sergilenendir. İnsan, kendi travmatik kopuş hikâyesinin izlerini seyrederek ve farkında olmadan kendine bakarak kendi doğadan kopmuşluğunu bir tür panayır eğlencesine dönüştürür.
Bu sistemin yaratıcı gücü, kuşkusuz modern toplumun büyük anlatılarının desteğiyle inşa edildi. Aydınlanma düşüncesiyle birlikte bilimin ve aklın üstünlüğü, doğanın aşılması gereken bir “öteki” olarak konumlandırılmasına katkıda bulunmuş ve sömürgeci bakış keşfedilen toprakların zenginlikleri arasında insan olmayan hayvanları birer hammadde gibi değerlendirmiştir. Bugün ise hem kapitalizm denen sistem hem de popüler kültüre bulanmış gösteri toplumu, hayvanat bahçelerini ısrarla savunur, çünkü bu mekânlar, bir yandan bilimsel araştırma ve koruma/kollama/güvenlik kisvesi altında insanın doğa üzerindeki tahakkümünü tekrar üretirken, diğer yandan turistik ve ekonomik değer yaratır.

Sonraki bölümde, tam da bu ekonomik değerin ve ideolojik meşrulaştırma biçimlerinin izini sürerek hayvanların sergilenişinin ardındaki politik-ekonomik çıkarları, yanılsamalı etik söylemleri ve bunun yarattığı çelişkileri tartışacağız. Öte yandan, bu kuramsal çerçevenin ötesinde, bir de kişisel deneyimlerimiz var. İşte bu noktada devreye Ankara’daki hayvanların sergilendiği mekânlarda çekilen fotoğraflar ve o fotoğrafları çekerken fotoğrafçı olarak hissettiklerim giriyor. Bu deneyimleri paylaşmak, hayvanat bahçelerinin, akvaryumların veya benzeri gösteri mekânlarının salt soyut teorik analizine bir boyut daha eklemeyi hedefliyor. Sonuçta bu mekânlarda dolaşan, oradaki canlılarla -en azından göz teması veya fiziksel yakınlık düzeyinde- etkileşime giren ve deklanşöre basarak o anı ölümsüzleştiren bizler, kuramsal anlamda türcülük ve tahakküm söylemini eleştirsek de esarete maruz bırakılmış insan olmayan hayvanlarla gerçek zamanlı bir karşılaşma yaşadığımızda farklı duygu durumları içindeyiz. Bu tür mekânlarda çekilen her bir kare, aynı zamanda kendi çelişkilerimizin, merakımızın, üzüntümüzün ve belki de -hep konuşageldiğimiz o- yabancılaşmanın birer belgesi hâline geliyor.
Ankara’daki Gösteri Mekânlarında Duyguların Dışa Vurumu
Buradaki fotoğrafların bir kısmı, Ankara’daki insan olmayan hayvanların sergilendiği bazı mekânlarda çekildi. Fotoğraflara şöyle uzaktan bakınca, belki bir belgesel niteliğinde olduklarını düşünebilirsiniz, fakat işin aslı, bizim için o karelerin her biri, insan-hayvan ilişkisini yeniden düşünmemizi sağlayan anlardan oluşuyor. Bazı karelerde gözler ön plana çıkıyor: Kafesin ardından bakan, cama burnunu dayayan, başını biraz eğerek bir şeyleri anlamaya çalışan veya hareket alanı iyice kısıtlanmış bir canlı. Kimi zaman ise fotoğrafa sığmayan bir hüzün hissiyle karşılaşıyoruz, çünkü insan olmayan hayvanın bulunduğu yapay ortamın duvarları, tel örgüleri, cam bölmeleri görsel bir bariyer olarak kadraja giriyor ve sanki bakışın bütünlüğünü bozuyor. Oysa belki o an fark ediyoruz ki bakılanın bakışı, biz bakanlar için çoğu zaman görünmez veya anlamlandırılması güç bir şey hâline dönüşüyor. Fotoğraf çekerken yalnızca bir gözlemci değil, o anın bir parçası hâline geldiğimizi de hissetmiyor muyuz? Deklanşöre basma eylemi bile karşıdakinin bazen meraklı, bazense korku dolu bakışlarıyla kesişiyor. Bu tesadüfi veya istem dışı etkileşim, suçluluk duygusu ve öfke karışımı bir ruh hâli yaratıyor, çünkü bir yandan o anı belgelemek ve “bu canlıyı bu koşullarda gördüm” demek istiyoruz; öte yandan fotoğraf çekerken sırf gösteri amaçlı kurulmuş bir düzenin parçası olarak mekânın işlevlerini yeniden ürettiğimizi de hissetmekten kaçamıyoruz.

Ankara’nın Kuğulu Parkı’na gittiğinizde sizi çeşitli yaşlarda siyah ve beyaz kuğular karşılıyor. Kuğuların yaşadığı havuzun etrafına Çankaya Belediyesi tarafından konmuş iki farklı uyarı tabelası dikkat çekicidir: biri “Yaşamak İstiyorum Lütfen Denetimsiz Beslemeyin” yazıyor, bir diğeri “Yeni Doğan Yavrularımızın Sağlığı İçin Lütfen Havuza Yiyecek Atmayınız”. Bu tabelaların, parkta yaşayan kuğuların sağlığını gözetmek gibi bir amaç taşıdığı ilk bakışta anlaşılabiliyor. Gelgelelim, insan olmayan hayvanları koruma refleksiyle düzenlenen bu tür uyarılar, onların sergileniş biçiminin yarattığı genel çelişkiyi ortadan kaldırmıyor. Kuğular, her ne kadar kent içinde nispeten daha açık bir alanda bulunuyor olsalar da bu mekân yine de doğal bir yaşam alanından çok uzaktır. Parkın çevresindeki kalabalık, araç trafiği, gürültü, kuğuları sürekli beslemeye veya fotoğraf çekmeye çalışan insanlar, kuğular için yapay bir ortam yaratıyor. Tam da bu noktada, hayvanat bahçesi ile parkta özgürce dolaşan insan olmayan hayvanlar arasındaki sınırların ne kadar geçirgen olduğunu fark ediyoruz. Çoğumuz bu kuğuların orada bulunmasına alışığız, çünkü onları Ankara’nın simgelerinden biri gibi görüyoruz. Ne var ki bu alışkanlık, aslında insanın insan olmayan hayvanlara dair bakışındaki “doğallaştırma” mekanizmasının bir örneğini sunuyor. “Kuğular zaten orada olmalı, Ankara’ya yakışıyor” diye düşünmek, bu canlıların orada bulunma sebeplerini veya bu kentsel peyzajın onlar için ne kadar uygun olduğunu sorgulamamızı engelliyor. Oysa bu sorgulama, Berger’in işaret ettiği kopuşu fark etmek açısından son derece önemlidir çünkü bu kuğular, tıpkı hayvanat bahçesindeki diğer canlılar gibi insan bakışının inşa ettiği bir gösterinin gönülsüz aktörleri hâline geliyorlar.

Benzer bir tabloyu alışveriş merkezlerinin içinde bulunan akvaryumlarda da görmek mümkündür. Bir alışveriş merkezine girdiğinizde, karşınıza devasa bir cam tank çıkıyor ve çeşitli balık türleri, köpek balıkları, vatozlar veya mercanlar egzotik bir sahnenin parçası olarak sunuluyor. Çocuklar ve yetişkinler, bu renkli dünyayı meraklı gözlerle izliyor ve kimi zaman tankın camına vurarak balıkları yakından görmek için çabalıyor. Oysa bu durum, “insan olmayan hayvanların merak edilmesi” ile “seyir objesine dönüşmesi” arasındaki farkı silikleştiriyor. Toplumsal düzeyde bu canlıları tanıdığımızı düşünmemizi sağlayan bu akvaryumlar, gerçekte onların doğal yaşam döngüleri, ekolojik gereksinimleri veya tür içi etkileşimleri hakkında bize çok az şey anlatıyor. Balıkların su altındaki karmaşık iletişim ağları, beslenme zincirindeki rolleri veya göç rotaları, bu eğlence alanı içinde görünmezleşiyor. Bu ortam, balıkların zihinsel ve fiziksel ihtiyaçlarını büyük ölçüde karşılamaktan uzak. Dolayısıyla eğitim kisvesiyle sunulan bu mekânlar, çoğu zaman “tema parkı” hissi yaratan bir seyir imkânından öteye geçemiyor.
Benzer duyguları, Atatürk Orman Çiftliği’nde bulunan eski hayvanat bahçesine dair anılarımızda da yakalamak mümkün. Uzun yıllar boyunca Ankara’nın merkezinde, çocukluğumuzda belki eğlenceli bir gezi olarak hatıralarımızda yer eden bu hayvanat bahçesi, aslında insanın insan olmayan hayvana bakışının en çıplak hâliyle sergilendiği kurumsal bir çerçeveyi temsil ediyordu. Fillerin sığamadığı dar alanlar, anlamsızca bir ileri bir geri volta atan kaplanlar, üst üste kümelenen kafesler, iç burkan bakışlar… Tüm bunlar, Berger’in tarif ettiği o kopuşu açıkça sezdiriyordu. Hayvanlar kendi doğal davranış örüntülerinden koparıldıkça, biz de onları gerçekten görme ve anlama ihtimalinden giderek uzaklaşıyorduk. Sonuçta kendi yabancılaşmamızı besleyen bu gösteriye, “öğretici bir deneyim” veya “ailece keyifli bir hafta sonu etkinliği” diye etiket takmayı tercih ettik.
Kuğulu Park’tan AVM akvaryumlarına, eski hayvanat bahçelerinden şehir içinde rastladığımız canlılara dek uzanan bu tablo, esasında ortak bir paydada birleşiyor: İnsan olmayan hayvan, modern kentin içinde hemen her zaman “öteki” olarak konumlanıyorve varlığı çoğunlukla insanın merakını veya eğlence ihtiyacını tatmin etmekle sınırlı kalıyor. Bu gösteri düzeninin ürettiği başat söylem şudur: “Hayvan burada, çünkü ben onu görmek istiyorum.” Oysa bu cümlenin alt metninde, “Ben ona bakabilir, onu izleyebilirim ve o da buna katlanmak zorunda” gibi bir tahakküm ilişkisi çarpıcı biçimde saklı duruyor. Elbette bu durumun tek boyutlu olmadığını kabul etmek lazım. Bazı hayvanlar, örneğin kent ekosisteminin bir parçası hâline gelmiş sokakta yaşayan köpekler, martılar ve güvercin gibi kuşlar, insanlarla iç içe geçmiş bir yaşam sürdürüyorlar, fakat onlarla kurduğumuz ilişkide bile çoğu zaman bir “dışlama” veya “sınırlandırma” mekanizması işliyor. Şikâyet edildiğinde barınaklara kapatılan sokakta yaşayan insan olmayan hayvanlar veya zararlı olarak görüldüğünde itlaf edilen kuşlar, bu ilişkinin hâlâ ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla kentin göbeğinde hizaya sokulmuş kuğular da keyifli vakit geçirmek için cam tanklara hapsedilmiş balıklar da bakışımızın öteki üzerindeki tahakkümünü simgeliyor. Hem de çoğu zaman farkında olmadan ve iyi niyetle (!)…
Sonuç Yerine

Bu yazı boyunca, hayvanat bahçelerinden akvaryumlara kadar uzanan geniş bir yelpazede insanın insan olmayan hayvanlarla kurduğu ilişkiyi inceledik. John Berger’in işaret ettiği “yabancılaşma” kavramının, salt insanların yaşadığı bir duygu olmaktan öte, insan ve insan olmayan hayvan arasındaki çok katmanlı bir kopuşu ifade ettiğini görüyoruz. Berger, bu kopuşu özellikle kapitalizm ve sanayileşme ile ilişkilendirir; hayvanların gündelik yaşamdan koparılarak gösteri nesnelerine, metalaştırılmış varlıklara dönüştürülmelerinin kapitalist üretim ve tüketim süreçleri ile ivme kazandığını öne sürer. Bu noktada, endüstriyel üretim bandında bir “ara malzeme” olarak görülen, hayvanat bahçelerindeki parmaklıklar ardına veya akvaryumlara kapatılan, sirklerde gösteri unsuru hâline getirilen hayvanların ortak kaderi, insanın bakışına hapsedilmek olur. Ne var ki Berger’in analizinin ağırlıklı olarak kapitalizm merkezli bir açıklamaya yaslanması, “insanın öteki türleri damgalama ve tahakküm altına alma” pratiğinin çok daha eski kökenlerine dair bazı alanları gölgede bırakabilir. Elbette kapitalizm, hayvanların metalaştırılmalarını ve esaret altında tutulmalarını kurumsallaştırarak hızlandırmış ve “katlanılmaz” bir boyuta taşıyacak kadar yaygınlaştırmış olabilir, fakat ötekileştirme, stigmatizasyon ve tahakkümün, insanlık tarihinin çok daha eski dönemlerine dayanan bir olgu olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. “Yabancı” veya “farklı/marjinal” olanı kontrol altına alma refleksinin, yalnızca insan olmayan hayvanlara yönelik değil, insanlar arasındaki ilişkilerde de tarih boyunca var olduğu bilinir. Dolayısıyla kapitalizm, türcülüğü ve hayvanların metalaştırılmasını küresel ölçekte yaygınlaştıran, hızlandıran ve kurumsallaştıran büyük bir etken olsa da insanın insan olmayan canlılara -ve hatta kendi içindeki “öteki”lere- uyguladığı tahakkümün kökenini bütünüyle buraya indirgemek, meselenin kapsamını daraltır. Bu noktada, Berger’in eleştirilerini önemserken aynı zamanda türcülüğün -ve genel anlamda ötekileştirme pratiklerinin- tarihsel sürekliliğini göz önünde bulundurmak ve hem kapitalizm öncesi toplumlarda hem de kapitalizmin görece daha az olduğu düşünülen farklı kültürel bağlamlarda tahakküm biçimlerinin nasıl şekillendiğini incelemek gerekir.
Murat Küçük’ün “hayvanat bahçesi değil, hayvanat hapishanesi” kavramsallaştırması; Steven Best’in “hayvanların kendi gerçeğinden koparılarak simulakra dönüştürülmesi” eleştirisi; Derek Ryan’ın hayvanların “seyirlik nesne” kategorisine indirgenişini tarihsel olarak okuyuşu ve Michel Foucault’nun “Panoptikon” metaforu, bu tahakküm düzeninin farklı yönlerine ayna tutuyor. Aynı zamanda, bu yazı bizlere Berger’in “artık hayvanları tanımıyoruz, sadece onlara bakıyoruz” uyarısını hatırlatıyor. Bakışın tek yönlü oluşu, hayvanları salt sergilenen varlıklar hâline getirirken, insanın da doğadan ve diğer türlerden kopuşunu derinleştiriyor.
Park’taki kuğular, AVM içindeki devasa akvaryumlarda “egzotik” manzara sunan balıklar veya eski hayvanat bahçesi deneyimleri üzerinden paylaşılan gözlemler, tüm bu eleştirileri somutlamak açısından önemlidir. Bu mekânlar, eğlence veya eğitim kisvesi altında sunulsa da özünde insanın merak ve hazzını tatmine dayalı bir gösteri düzenidir. Arka planda ise kentleşme, turizm, ekonomik çıkar ve tarihsel sömürgeleştirme biçimlerinin izlerine rastlarız. Gündelik yaşamın ve gösteri toplumunun bir parçası hâline gelmiş “gösteri hayvanları” da bu ideolojik ve tahakkümcü bakışın yeniden üretildiği ortamlarda varlıklarını sürdürür. Bakıldığında “bahçe” sözcüğü kulaklarımızda ne kadar masum tınlarsa tınlasın, çoğu zaman bir hapishaneyi andıran bu yerlerdeki insan olmayan hayvanlar, insanın ilgisi ve merakı ölçüsünde var edilir. Dolayısıyla buralara gitmeye devam ettiğimiz sürece, bu tahakküm ilişkisini dolaylı yoldan desteklemiş oluruz. Berger’in “yabancılaşma” vurgusu tam da burada anlam kazanır: Bir kafes arkasındaki ötekini izlerken aslında doğayla ve diğer türlerle kurduğumuz bağın ne denli zayıfladığını, hatta ortadan kalktığını gözler önüne seriyoruz. Kendi kişisel çelişkilerimizle ve türcülükle yüzleşmeksizin bu esaret veya gösteri kültürünü dönüştürmekse pek mümkün görünmüyor. Öte yandan, insan olmayan hayvanların haklarını sahiden gözeten ve metalaştırmayı reddeden bir bakış açısı geliştirmek de hala elimizde. Belki bu anlayışın tohumları, tam da bir hayvanat bahçesi kafesinin önünde, bir akvaryumun camına yansıyan düşüncelerde veya Kuğulu Park’taki kuğunun bakışında fark edilir hâle gelebilir. Böylesi bir farkındalık, bireysel ve kolektif düzeyde büyüyerek sahici bir etik dönüşüme dönüşebilir.
Kaynaklar:
Berger, John. (2017). Hayvanlara Niçin Bakarız? (Çev. Cevat Çapan). İstanbul: Delidolu Yayınları
Best, Steven. (2017). Hayvanat Bahçeleri ve Doğanın Sonu. (Çev. Deniz Kurt). İstanbul: SUB Press
Küçük, M. (2024). Hayvanat bahçeleri, akvaryumlar, sirkler: Gösteri hayvanları üzerine fragmanlar Sosyoloji Divanı, 14(1), 181-189
Ryan, Derek. (2019). Hayvan Kuramı: Eleştirel Bir Giriş. (Çev. Ayten Alkan). İstanbul: İletişim Yayınları