Hayvansal ürünlere ilişkin reklamlarda yer alan sevimli animasyonlar, mutlulukla idealize edilmiş aile sofraları, kırsal/pastoral romantizme kaçan yemyeşil doğa manzaraları gibi unsurlar, bu ürünlerin doğallığını ve sempatisini kurgusal bir çerçevede inşa ediyordu. Mad Men dizisini izledikçe reklamların kültürel kodları nasıl oluşturduğunu daha net biçimde fark ettim: İnsanların davranış biçimlerini, neyin “doğal” veya “normal” kabul edilmesi gerektiğini, hatta kadın-erkek rollerinden aile tanımlarına kadar pek çok unsuru ustalıkla kurguladığını görebiliyorsunuz. Bu sırada zihnimi kurcalayan temel soru şuydu:
İnsan olmayan hayvanlar bu reklamlarda nasıl temsil ediliyor ve bu temsiller, “türcülük” olarak adlandırılan ideolojiyi yeniden üretiyor olabilir mi?
Nitekim et, süt veya yumurta gibi ürünleri tanıtan bir reklam, ürünlerin kaynağı olan insan olmayan hayvanları “sevimli” ve “rahat” göstererek üretim süreçlerindeki ne tür sömürüleri perdeleyip görünmez kılıyor olabilir? Vegan bir hayvan özgürlüğü savunucusu olarak insan olmayan hayvanların popüler kültürdeki konumunu sıklıkla sorguluyorum, fakat reklamlar özelinde giriştiğim bu sorgulama, hem etki alanının genişliği hem de görünmez kılınan ideolojik boyutuyla fazlasıyla şaşırtıcı.
Mad Men dizisinin 1960’lı yılların Amerikan reklamcılık dünyasına ilişkin anlatısı, günümüz Türkiye’sinde dahi geçerliliğini koruyan temel bir ilkeden söz eder: Reklamlar, yalnızca görünür olana değil, aynı zamanda neyin görünmeyeceğine de dikkat eder. Bazı unsurlar, reklamın kapsamının dışına itilerek saklanır ve/veya marjinalize edilir. İnsan olmayan hayvanların metalaşması ve endüstriyel sisteme dahil edilmesi söz konusu olduğunda reklamların ilettiği mesaj “Bu tüketim süreci doğaldır, eğlencelidir, sağlıklıdır ve bereketlidir” şeklinde özetlenebilir. Oysa onların yaşam koşulları, acıları ve bireysellikleri bu yaldızlı çerçevede silikleştirilerek perdelenir.
Reklamlar, yalnızca yüzeyde/görünürde sundukları temel anlamları (denotasyon) değil, aynı zamanda alt metinlerde gizledikleri unsurları (konotasyon) da barındırır.

Roland Barthes, Mythologies (1972) adlı eserinde bu alt metinleri çözümlemek için “mit” kavramını kullanır. Barthes’a göre, tüketim nesneleri ve onları çevreleyen görseller ve söylemler, “doğal” ve “kendiliğindenmiş” gibi görünen, fakat aslında toplumsal normlar ve ideolojiler tarafından inşa edilen mitlerle ilişkilendirilir. Örnek vermek gerekirse, et veya süt reklamlarında sıkça rastladığımız “mutlu köy manzarası” veya “anne/baba şefkati” görselleri -ki bu kurguda çoğunlukla besleyicilik vurgusuyla ‘anne şefkati’ öne çıkar – bir yandan tüketim ürününün kaynağını gösterirken diğer yandan insan olmayan hayvanların metalaştırılmasını “doğal” ve “kaçınılmaz” bir süreç gibi sunan insanmerkezli bir şefkat mitini yeniden üretir. Bu tür reklamlarda hedeflenen geniş kitleler -ki reklamcılık çoğunlukla “çoğunluğa” seslenir- söz konusu mitleri “değişmez ve kadim gerçekler” olarak benimser; böylece tüketim mağduru konumundaki insan olmayan hayvanların acıları ve öznel konumları görünmez hâle gelir. Tam da bu noktada, kaleme aldığımız bu yazıda, reklamların toplumsal normları inşasında türcü işlevleri başlıklar hâlinde tartışmayı amaçlıyoruz. Barthes’ın mit kuramı rehberliğinde, insan olmayan hayvanların hangi imgelerle romantikleştirildiğini, aile sofralarının neden sıklıkla “et, süt ve yumurta” ekseninde idealize edildiğini ve tüm bu görsel/dilsel kurguların türcülüğü nasıl derinlemesine beslediğini irdeleyeceğiz. Bu tartışmayı büyük ölçüde Türkiye’deki hayvansal ürün reklamlarının -özel bir marka veya isim belirtmeksizin- genel ve ortak özelliklerini temel alarak yürüteceğiz.
Pastoral Romantizmden Didaktik Realizme: “Musmutlu İnekler ve Tavuklar”
Hayvansal ürün tanıtımlarında sıklıkla başvurulan stratejilerden biri, bu yazıda “pastoral romantizm” olarak tanımladığımız bir anlatı türüdür. Bu yaklaşım, reklama maruz kalan izleyiciye “doğallık,” “köy huzuru”, “bereket” ve “sadelik” gibi olumlu imajları aktarmayı amaçlar. Barthes’ın mit kavramı ile açıklanabileceği üzere, görünen (denotasyon) ve görünmeyen (konotasyon) katmanlar burada iç içe geçer. Görüntüde, geniş yeşil çayırlara yayılan “mutlu” inekler ve tavuklar, kuş cıvıltılarıyla süslü bir fon, sevecen çiftçi figürleri ve gülümseyen aile bireyleri vardır. Reklamdaki kişiler ve/veya dış ses “Doğal yemlerle beslenen ineklerimiz, en güzel sütü size sunuyor” gibi cümlelerle söz konusu ürünün “ne kadar saf, sağlıklı ve bereketli” olduğunu vurgular. Oysa gerçekte, sütü üreten inekler çoğunlukla endüstriyel sistemin bir parçası olarak kapalı alanlarda tutulur. Sürekli sağım döngüsüne maruz kalan bu inekler, hormonal müdahaleler ve zorla döllenme gibi stresli süreçlerden geçer; üstelik daha doğar doğmaz yavruları ellerinden alınır; dişiyse annesiyle aynı kaderi paylaşmak üzere başka bir kaplı alana, erkekse kesim için mezbahaneye yollanır. Reklamlarda çizilen pastoral imaj ise Baudrillard’ın (2020) “hipergerçeklik” olarak nitelendirdiği bir düzleme işaret eder: Görüntü öylesine sempatik ve çekicidir ki, izleyici fabrika çiftliklerini veya çiftlikteki insan olmayan hayvanların doğal yaşam haklarının ellerinden alınışını sorgulamaya fırsat bulamaz. Böylece, Barthes’ın “doğallaştırılmış ideoloji” dediği süreç devreye girer: İnek, insanla “iş birliği içindeymiş” gibi sunulur ve hayvansal ürün tüketimi “kaçınılmaz,” hatta “sevgi dolu” bir eylem hâline gelir.
Yumurta reklamlarında da “anne şefkati” imgesiyle desteklenen sahnelere rastlamak mümkündür. Bu gibi reklamlarda, hamile bir kadın figürü veya genç bir anne adayı, çiçeklerle bezenmiş kır atmosferinde civcivlerle iç içe gösterilir. Dış seste “Bu yumurta kadar saf ve değerli…” gibi ifadelerle anneliğin besleyiciliği, yumurtanın “doğal” oluşuyla harmanlanır. Gerçekteyse, yumurta sektörünün “gereksiz” gördüğü erkek civcivlerin kitlesel imhası veya tavukların verimleri düştüğünde kesime gönderilmeleri gibi uygulamalardan hiç söz edilmez. Böylece “sevimli civciv” imajı, üretim süreçlerindeki şiddeti görünmez kılarak türcülüğü, dolayısıyla hayvan sömürüsünü normalleştirir. Bir başka reklamda ise “köy atmosferi” nostaljik ve geleneksel motiflerle zenginleştirilir. Anadolu müzikleri eşliğinde, geleneksel kıyafetli insanlar, elden ele dolaşan tabaklar ve “misafir bereketi” gibi vurgular, ürüne dair “tanıdık”, “samimi” ve “huzurlu” bir ruh hâli yaratır. Bu anlatıda, hayvancılıkla ilgili zorlu veya acı verici gerçekler silikleştirilir; sanki tüm süreçler kendiliğinden, çabasız ve barışçıl bir şekilde gerçekleşiyormuş gibi sunulur. Böylelikle “üretim süreçlerinde yaşanan yoğun sömürü”, “ekolojik sorunlar” ve “hayvanın bireyselliği” derin bir sis bulutu altında kalır.
Carol J. Adams (1990) bu tür imge ve söylemleri, insan olmayan hayvanın özne olmaktan çıkıp nesne hâline -yani kendi tabiriyle “kayıp gönderge” hâline- gelişindeki ideolojik göndergeler olarak tanımlar. Pastoral temalar ve/veya sevecen aile sahneleri, izleyicinin ürünün geldiği koşulları sorgulamasını engeller; zira hayvanlar “kendiliğinden mutlu”, “insanla iş birliği içindeymiş” gibi gösterilir. Bu sunum biçimi, tüketiciye “Zaten bu hayvanlar bizim için var”, “Biz onlara iyi bakıyoruz”, “Onlar da bize minnet duyuyor” mesajlarını üstü kapalı bir şekilde iletir. Böylece insan ile insan olmayan hayvan arasındaki sömürü ilişkisi, “karşılıklı anlaşma” veya “gönüllü iş birliği” şeklinde çarpıtılmış bir okuma kazanır. Tam da bu nedenle, pastoral romantizmle bezenen sahnelerin yerini, gerçeğin didaktik şekilde yansıtılması çoğu zaman almaz; reklam metinlerinde “kim, nasıl sömürülüyor” sorusu cevapsız kalır. Tüm bu örnekler, “mutlu inekler ve tavuklar” gibi sahnelerin, pastoral ve romantik bir mit olarak işlediğini ve hayvansal ürün tüketimine yönelik bilinçaltı onay mekanizmasını güçlendirdiğini gösterir.
Pastoral romantizm ile “didaktik realizm” arasındaki kopukluk, türcülüğün gündelik yaşamda nasıl “olağan” ve “doğal” algılandığını gözler önüne serer.

Bu mitin arkasında, Baudrillard’ın bahsettiği hipergerçeklik boyutu, Adams’ın değindiği kayıp gönderge ve Barthes’ın “doğallaştırılmış ideoloji” vurgusu iç içe geçerek çalışır. Böylelikle, tüketicinin zihninde üretilen imge ile fabrika gerçeği arasındaki uçurum görünmez kılınır; hayvanların acı ve mücadeleleri, “pastoral mutluluk” adı altında silikleşir.
İdeal Aile Sofrasında Türcülük ve Cinsiyetçilik: Dışlanan Kimlikler
Reklamlarda sıklıkla karşımıza çıkan “aile sofrası” veya “geleneksel yemek” ritüeli, ilk bakışta sıcak, samimi ve paylaşımcı bir tablo çizer. Büyük masalar kurulur, ortada bolca et veya süt ürünü yer alır; çocuklar koşuşturur, anne-baba sohbet eder, dedeler ve nineler eski günlerden bahseder. Bu sahneler, aile değerlerinin en duygusal boyutlarını ortaya koyarak “hep birlikte olmanın” hazzını vurgular. Reklam yapımcıları, izleyicinin kafasında “Bu ürün, bu ailenin mutluluğunu sağlayan bir bağ” fikrini uyandıracak bir atmosfer yaratmaya özen gösterir.
“Doğal” ve “kültürel” hatta “geleneksel” olarak sunulan hayvansal tüketim, bir yandan toplumsal bağları yüceltirken öte yandan “hepimiz aynı sofrada olmak istiyorsak bu ürünleri tüketmeliyiz” mesajını da alt metin olarak iletir.
Bu duruma Judith Butler’ın (2005) normatif iktidardan kastettiği üzerinden bakacak olursak, kimlerin bu sofraya “davetli” olduğunu ve kimlerin dışlandığını sorgulamak mümkündür.
Reklamların yarattığı “ideal aile” çoğunlukla heteroseksüel çekirdek aile modelini kutsar. Örneğin bir et reklamında, mangal başındaki babaya karşılık mutfakta sofra hazırlayan bir anne figürü görürüz; çocuklar ise coşkuyla ortalıkta dolaşarak aileye neşe katar. Bu tip sahnelerde “normal” kabul edilen aile yapısı, anne – baba – çocuklardan oluşan heteronormatif bir çekirdekten ibarettir. Diğer aile tipleri -örneğin tek ebeveynli aileler, çocuksuz veya çocuk sahibi olmayı tercih etmeyen çiftler, LGBTİ+ bireylerden oluşan aileler bu anlatının dışında kalır. Reklamlarda hemen hiçbir zaman eşcinsel bir çiftin “mutlu aile sofrası” görüntüsüne veya tek ebeveynle sürdürülen bir yaşama rastlamayız. Bu, Butler’ın öne sürdüğü üzere, kimliklerin normatif düzen tarafından görünmezleştirilmesinin tipik bir örneğidir: “Makbul” sayılan ailenin dışında kalanlar, reklam evreninde marjinalize edilirler.
Hayvansal ürünlerin sofranın vazgeçilmez öğeleri olarak yüceltilmesi, vegan veya vejetaryen bireylerin de bu “aile sıcaklığına” dahil olmasını güçleştirir. Oysa gerçekte, herhangi bir ailede et yemeyen veya süt ürünlerini reddeden bireyler bulunabilir, fakat reklamlarda bu durum çoğu zaman bir “uyumsuzluk” unsuru olarak görülür ve çoğunlukla hiç temsil edilmez. Böylece hayvansal gıda tüketimi, “aile” kavramının ve geleneksel birliktelik ritüellerinin zorunlu bir parçası gibi kodlanır. Butler’ın belirttiği “normatif iktidar,” tam da burada devreye girer: “Sen de hepimiz gibi bu sofrada olmalısın, et yemelisin; aksi takdirde aile bütünlüğüne aykırı davranıyorsun” düşüncesi, tüketicinin algısında pekişir.
Reklamların bu idealleştirilmiş aile sahneleri, aynı zamanda belirgin cinsiyetçi rolleri de imler. Kadın, çoğunlukla “mutfakta besleyici ve şefkatli anne” rolüyle öne çıkar. Annenin çocuğuna tavuk sulu çorba içirdiği, sofrayı kurduğu veya sütü ısıtıp çocuğuna verdiği sahneler, “kadının görevi besleyici olmak, aileyi ayakta tutmak” söylemini doğallaştırır. Buna karşın, baba figürü ya mangal başında “işin keyifli” kısmını üstlenir ya da sofraya gelip “Bu çok lezzetli olmuş, ellerine sağlık” cümlesiyle emeği takdir eden konumda bulunur. Böylece ataerkil düzen, son derece “sevimli” ve “masum” bir aile sahnesi üzerinden yeniden üretilir; kadının mutfakta harcadığı emek normalleştirilirken, babanın “dışarıdaki” rolü övülür. Bu noktada, yukarıda da atıf verdiğimiz Carol J. Adams’ın (1990) “The Sexual Politics of Meat” çalışması ile ilişkilendirilebilecek güçlü bir paralellik ortaya çıkar. Adams, kadın bedeninin ve doğurgan/yumurtlayan insan olmayan hayvan bedeninin benzer sömürü mekanizmalarıyla karşılaştığına dikkat çeker. Reklamlarda kadın “besleyici” rolüyle kutsanırken, dişi olarak bilinen insan olmayan hayvan da “sürekli süt veren” veya “yumurtlayan” bir kaynak olarak sunulur. Her ikisinin de “aileyi beslemekle” sorumlu oldukları fikri, reklam metinlerinde üstü kapalı biçimde yeniden dolaşıma girer. Bu durum, “ev içi emek” ile “süt ve yumurtlamaya dayalı üretim” arasında ince bir köprü kurar. Her ikisinde de “anne” vurgusu, türcülüğü cinsiyetçilikle iç içe geçiren bir ideolojik anlatı inşa eder.

Sonuç olarak, hayvansal ürün reklamlarında resmedilen kalabalık aile sofraları, sadece türcülükle değil, aynı zamanda cinsiyetçilik ve heteronormatif kodlarla da yüklüdür. Bu reklamlar, bir yandan insan olmayan hayvanların sömürüsünü doğal ve “kültürel bir gelenek” gibi göstermeye çalışırken, öte yandan “ideal aile” anlatısını heteroseksüellik, çocuk sahibi olma zorunluluğu ve ataerkil iş bölümü üzerinden kurar. Bu tablo, Butler’ın normatif iktidarına uygun biçimde, norm dışı sayılan her türlü aile yapısını, cinsel kimliği veya beslenme tercihini reklam evreninin dışında bırakır. Carol J. Adams’ın işaret ettiği üzere, kadın ve dişi insan olmayan hayvan bedenleri aynı hikâyenin farklı ama benzer şekilde sömürülen kahramanları hâline gelir. Tüm bu unsurlar bir arada düşünüldüğünde, hayvansal ürün reklamlarındaki “mutluluk ve bütünlük” anlatısının altında hem türcü hem de cinsiyetçi-heteronormatif bir ideoloji yatar. Bu ikili baskı mekanizması, reklamın rengârenk ve sıcak görüntülerine rağmen, dışlanan kimlikleri sessizliğe mahkûm etmeye devam eder.
Sonuç Yerine: İşin Sağlık Tarafını da Unutmamak Lazım!
Hayvansal ürün reklamlarının, hem insan olmayan hayvanlara yönelik şiddeti perdelemesi hem de ataerkil ve heteronormatif kodları yeniden üretmesi bakımından güçlü bir ideolojik işleve sahip olduğunu bu yazı boyunca iddia etmeye çalıştık. “Pastoral romantizm” ve “aile sofrası” gibi temalarla beslenen reklamlarda, insan olmayan hayvanların sömürüsü adeta bir “mutluluk tablosu” olarak yansıtılıyor; türcülük, cinsiyetçilik ve heteronormativite, parlak ekranlar ve samimi anlatılar eşliğinde sunuluyor. Tüm bunlar, Barthes’ın “mit” kavramı ile tanımladığı ve Baudrillard’ın “hipergerçeklik” görüşüyle desteklenen kurgu süreçlerini bizlere açıkça gösteriyor, fakat reklamların türcülüğü nasıl meşrulaştırdığına dair bir başka önemli boyut da “sağlık” söylemi üzerinden şekilleniyor. Bu yönüyle reklamlar, insan bedeni ve toplumsal sağlık algımız üzerinde de oldukça güçlü bir hegemonik etki kuruyor.
Reklamlarda en sık rastlanan stratejilerden biri, hayvansal ürünleri “sağlık için olmazsa olmaz, zorunlu” bir besin gibi göstermektir. Örneğin, spor salonundan çıkan kaslı birinin “etli veya sütlü bir öğün” tüketerek enerji topladığı sahneler, izleyicinin aklında “hayvansal protein = güç ve başarı” denkliği kurar. Benzer şekilde, hastalıktan yeni çıkmış bir çocuğa “tavuk suyu çorbası” içiren anne figürü, hayvansal ürünün iyileştirici ve besleyici etkisini ön plana taşır. Bu tür sahneler, türcülüğün “beden sağlığı” adına meşrulaştırılması anlamına gelir. İzleyicilerin zihinlerinde, “hayvansal gıda tüketmezsem zayıf düşerim” veya “protein eksikliği yaşarım” gibi kaygılar pekişir. Oysa beslenme bilimindeki yeni çalışmalar, bitkisel gıdalardan da yeterli protein ve mineral alınabileceğini gösterir. Buna rağmen reklamlar, hayvansal ürünü neredeyse “tek seçenek” gibi sunarak, hem insan olmayan hayvan sömürüsünü normalleştirir hem de alternatif beslenme biçimlerini gölgede bırakır. Bu meseleyi açıklarken Michel Foucault’nun “biyopolitika” üzerine söyledikleri oldukça işimize yarar. Foucault (2001), modern toplumlarda kurumların (devlet, eğitim, medya vb.) bedenler üzerinde denetim mekanizmaları kurduğunu öne sürer. Reklamlar da bu mekanizmanın bir parçası hâline gelir: Kimin ne yemesi gerektiğini, hangi besinin “zorunlu ve sağlıklı” olduğunu belirler ve bunu tekrarlayan görsel-dilsel kurgularla zihinlere işler. “Herkes gibi sağlıklı ol”, “çocuğuna mutlaka et ver”, “enerjik kalmak için et ye, süt iç” gibi söylemler, aslında beden politikalarının ticari bir uzantısıdır. Bu şekilde, insan bedeni ve diğer türlerin bedeni arasındaki sömürü ilişkisi, “iyi yaşam” algısıyla meşru bir zemine çekilir.

Tekrar tekrar karşımıza çıkan reklam anlatıları, toplumsal bilinci “hayvansal ürünsüz bir beslenme düşünülemez” düşüncesine ikna eder. Reklamlarda çeşitlilik, yalnızca farklı soslarla zenginleştirilmiş et veya süt ürünleri şeklinde sunulur; bitkisel protein kaynaklarından veya vegan beslenme tarzından neredeyse hiç söz edilmez. Bu “sessizlik”, bir yandan söz konusu reklamların “çoğunluğa hitap etmek” adına çizdikleri güvenli sınırla ilgilidir; öte yandan hayvansal ürün sektörünün devasa ekonomik gücü ve lobi faaliyetleri de bu söylemin arkasındaki itici güç olabilir. Sonuçta, reklamların devasa kitleler tarafından milyonlarca izlenerek yayılması, türcülüğün “olağan” ve “bilimsel olarak tartışılmaz” bir gerçeklikmiş gibi algılanmasına neden olur. Sağlık temasıyla el ele giden bir başka unsur da cinsiyetçilik ile kesişen “annelik ve koruma” söylemidir. Özellikle reklamlarda çocuğun enerjisini yerine getirmesi veya “hasta babayı iyileştirme” gibi sahneler, annenin bakım emeğiyle hayvansal ürünün “şifa” etkisini bir araya getirir. Anne bedeninin doğurganlığı ve bakım emeği, dişi olarak tanımlanan kimi insan olmayan hayvanların yumurtlama veya süt verme kapasitesiyle aynı düzlemde romantize edilir.
Tüm bu unsurları bir arada düşündüğümüzde, hayvansal ürün reklamlarının yalnızca satışları artırmak veya marka imajını güçlendirmek amacı taşımadığı, aslında daha derin bir ideolojik işlev yüklendiği açıktır. Mad Men dizisinde izlediğimiz 1960’ların reklam ajanslarının, reklamların tüketici davranışlarını yönlendirmekle kalmayıp toplumsal normları ve değerleri inşa eden birer “sosyal ve/veya kültürel mühendis” rolünü oynadıklarını gözler önüne sermiştir. Günümüz Türkiye’sinde de benzer stratejilerin devam ettiğini görüyoruz: Pastoral romantizm, aile sofralarının heteronormatif kurgusu, kadının -veya belki bazı durumlarda erkeğin- ev içi/ev dışı emeğinin görünmezliği ve “sağlıklı olma” argümanıyla desteklenen türcülük söylemi, hep birlikte mevcut toplumsal düzeni yeniden üretir. Reklamların “çoğunluğa hitap etmesi”, gerçekte o çoğunluğun kimlerden oluşması gerektiğini de tanımlar; böylece farklı aile yapıları, alternatif beslenme biçimleri veya marjinal kabul edilen toplumsal gruplar görünmez kılınır. Sağlık üzerinden kurulan meşrulaştırma stratejisi de bu dışlama mekanizmasına eklemlenerek, hayvansal gıdayı reddetmeyi yalnızca “kültürel bir sapma” değil, aynı zamanda “bedensel bir risk” gibi sunar. Sonuçta reklamlarda kurulan bu çok katmanlı söylem, türcülüğü ve cinsiyetçiliği eşzamanlı biçimde beslerken, bir yandan hayvansal üretimin şiddet ve sömürü boyutlarını “sevimli” görüntülerle örter, öte yandan hem insan hem de insan olmayan hayvanların bedenlerini benzer tahakküm ilişkilerine hapseder. Dahası, “sağlıklı yaşam” gibi çekici bir argümanla güçlenen bu yapı, alternatif beslenme pratiklerinin veya heteronormatif kalıbın dışındaki aile formlarının sorgulanabilirliğini daha en başından bastırır. Böylelikle reklamların sattığı yalnızca bir “ürün” değil, Mad Men dizisindeki dönemlerden günümüze taşınan bir anlayışla, “normal” kabul edilen bir dünya görüşü olmaya devam eder. Bu dünya görüşünde, insan olmayan hayvanlar ve marjinalleştirilen insan grupları sessizliğe gömülerek ya ekrandan silinir ya da kurgusal bir “mutluluk” altında masumlaştırılmış bir dekor hâline getirilir.
Kaynaklar:
Barthes, R. (1972). Mythologies (A. Lavers, Çev.). New York: Hill and Wang. (Orijinal çalışma 1957’de yayımlanmıştır)
Baudrillard, J. (2020). Tüketim Toplumu (H. Deliceçaylı & F. Keskin, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Adams, C. J. (1990). The sexual politics of meat: A feminist-vegetarian critical theory. Continuum.
Butler, J. (2005). Precarious life: The powers of mourning and violence. London: Verso.
Foucault, M. (2001). The birth of social medicine. In Power: The essential works of Foucault 1954–1984 (R. Hurley, Trans.).