Elena Ferrante ve Hiper-Görünür Bir Dünyada Yazarın Krizi

Sanatsal üretim ve kişisel markalaşma arasındaki sınırların çöküşüyle tanımlanan bir çağda, Elena Ferrante'nin anonimliği, yokluğu bir direniş biçimi olarak ileri sürerek yazarın kendini açığa vurma talebine meydan okumaktadır — görünürlük gösterisini bozmakta, cinsiyete dayalı teşhir beklentilerini altüst etmekte ve yazarlığı kişisel ifşadan ziyade estetik özerklik alanı olarak yeniden tasarlamaktadır.
Elena Ferrante

Her yazarın bir kişilik -bir avatar, bir sesli not, bir kamera arkası kaydı- olmasının beklendiği algoritmik samimiyet çağında Elena Ferrante’nin anonimliği sadece aykırı değil, aynı zamanda yıkıcıdır. Paradoks keskindir: romanları samimi, ham ve psikolojik olarak korunmasızdır, ancak arkasındaki figür kasıtlı olarak örtülü kalır. Şeffaflık ve itirafçı yazarlık talep eden bir çağda Ferrante saydamlığı tercih eder. Metnin çıplaklığı ile yaratıcısının görünmezliği arasındaki bu gerilim, sadece yazarlığın değil, onu destekleyen kültürel varsayımların da krizine işaret etmektedir. Susan Sontag’ın belirttiği gibi, “Bir sanat eseri dünyadaki bir şeydir, sadece bir metin ya da dünya üzerine bir yorum değildir.” Ferrante, romanlarının kendi kişiliğinin ekleri olarak değil, dünyadaki şeyler olarak algılanmasında ısrar eder.

Günümüzde yazar ve eser arasındaki sınır çökmektedir. Yazarlık giderek kişiliğe, edebiyat da otobiyografiye eşitlenmektedir. Kitapları sadece okumayız; yazarlarını da tüketiriz. Metnin ardındaki yüze, hayata, travmaya yönelik kamusal iştah doyumsuz hale gelmiştir. Yazar artık sadece dilsel emeğin bir figürü değil, bir marka, bir mim, ete kemiğe bürünmüş bir ideolojidir. Kişisel denemenin, edebi anı türünün ya da viral olmuş bir Twitter dizisinin kitap anlaşmasına dönüşmesinin yükselişini düşünün. Ya da otobiyografik kurmacanın, yalnızca yazarın kendisiyle başkahramanı bulanıklaştırdığı için “otantik” olarak pazarlanma biçimini. Ferrante ise bu denklemi krize sokmaktadır. Onun silinmesi, edebiyatın yaratıcısını ifşa etmesi gerektiği ya da bir yazarın okuma sözleşmesinin bir parçası olarak kimliğini sergilemesi gerektiği varsayımını istikrarsızlaştırır.

©Dennis Stock I Magnum Photos
©Dennis Stock I Magnum Photos

O halde Ferrante’nin anonimliği bir kaçış değil, felsefi bir tutumdur. E-posta yoluyla yapılan röportajlarda, “Elena Ferrante” isminin kendisinin edebi projesinin bir parçası olduğunu açıklayarak, biyografik ayrıntıları doğrulamayı sürekli olarak reddetmiştir. Reddetme üretkendir — yaşamdan ziyade eserin angajman alanı haline geldiği bir alan yaratır. Bu Roland Barthes’ın The Death of the Author’daki iddiasını hatırlatır: “Bir metne bir Yazar vermek, o metne bir sınır koymaktır.” Ferrante’nin geri çekilmesi bu nedenle bir tür yaratıcı zenginliktir. Metni açar, onu kaynağın tiranlığından kurtarır ve yazar figürü tarafından gözetlenmeyen bir okur yakınlığını mümkün kılar. Onun görünmezliği yokluk değil, metalaşmaya direnen bir mevcudiyet biçimidir.

Bu açıdan bakıldığında Ferrante’nin kültürel statüsünün paradoksu daha da keskinleşir. Onun popülerliği -şöhreti- görülmeyi reddetmesi üzerine kuruludur. Ama belki de bu paradokstan ziyade bir açığa çıkıştır: Hiper-görünür bir dünyada görünmezliğin kendisi radikal bir jest haline gelir. Yazarlığın panoptikonunu reddetmek, estetik özerkliği geri almak, Sontag gibi sanatın yorum, itiraf veya biyografi desteğine ihtiyaç duymadığında ısrar etmektir. Ferrante’nin sessizliği bizi eserle yol gösterici bir yüzün konforu olmadan yüzleşmeye zorlar ve bunu yaparken eski, artık tehlike altında olan bir fikri yeniden canlandırır: edebiyatın en güçlü şekilde yazar kenara çekildiğinde konuşabileceği fikri.

Persona Olarak Yazar

©Sergio Larrain I Magnum Photos
©Sergio Larrain I Magnum Photos

20. yüzyıl, Roland Barthes’ın ünlü “Yazarın Ölümü” olarak adlandırdığı, metni varsayılan kaynağı olan yazar figüründen özgürleştirmeyi amaçlayan bir provokasyonu başlatmıştır. Barthes, 1967 tarihli denemesinde, yazarın biyografisine ya da niyetlerine takılıp kalmanın, bir metnin sunabileceği anlam çoğulluğunu sınırlamak anlamına geldiğini savunmuştur. Bu, edebiyat kuramında bir dönüm noktası olmuş, yazarı okurun yorumlama özgürlüğü lehine merkezden uzaklaştırmıştır. Ancak teori yazarın öldüğünü ilan ederken bile, edebiyatın kültürel ve ticari aygıtları çoktan onların dirilişine hazırlanmaktadır — bu kez egemen yaratıcılar olarak değil, erişilebilir, pazarlanabilir ve sürekli görünür kişilikler olarak.

Neoliberalizmin yükselişi, kendini markalaştırma ve girişimci kimliğe yaptığı vurguyla, yazar figürünü yeniden çerçevelemiştir. Yazar artık gizemli bir kaynak değil, duygusal bir emek alanı haline gelmiştir — güvenilecek bir yüz, takip edilecek bir hikâye, abone olunacak bir yayındır. Değişim sadece ekonomik değil, aynı zamanda ontolojiktir: yazarlık edimsel, sürekli ve sosyal hale gelmiştir. Yazar artık bir metni “yazmaz” ama kendini metin aracılığıyla genişletir. Michel Foucault, What is an Author? adlı makalesinde, “yazar, anlamın çoğalmasında tutumluluk ilkesidir,” gözleminde bulunurken bu durumun haberciliğini yapar. Anlatı tutarlılığı ve izleyici katılımına takıntılı dijital bir dünyada yazar, yorumu düzenleyen bir araç, içerik akışında bir çapa haline gelmiştir. Edebiyat piyasası artık yazarlardan sadece romanlarını değil, panellerde, podcast’lerde ve Instagram Story’lerinde küratörlüğünü yaptıkları benliklerini de sunmalarını talep etmektedir.

Bu dönüşüm en çok, yazarın emeğinin görünürlüğünden ayrılamaz hale geldiği sosyal medya çağında kendini göstermektedir. Instagram ve Twitter (ya da X) gibi platformlar edebi ürün ile kişisel markalaşma arasındaki çizgiyi bulanıklaştırır. Bir yazarın estetiği sayfayla sınırlı kalmayıp gardırobuna, evine, fikirlerine, rutinlerine -her bir unsur içeriğe dönüşmüştür- yayılır. Chris Kraus, meta-otobiyografik romanı I Love Dick’te, özel hayat ile edebi kişilik arasındaki bu eriyen sınırı hicvetmiştir; burada kadın yazarın itirafları adeta bir tür para birimi haline gelmiştir Benzer şekilde, Zadie Smith de bir keresinde günümüz yazarlarının “yarı şovmen, yarı marka yöneticisi, yarı kamusal entelektüel” olmaları gerektiğini ifade etmiştir. Bir zamanlar perdenin arkasındaki bir ses olarak düşünülen yazar, artık merkez sahneyi işgal eder, kaleme aldığı anlatıyı somutlaştırması, açıklaması, tweet atması ve satış için paketlemesi beklenir.

Bu görünürlük zorunluluğu, Elena Ferrante’nin radikal anonimliğiyle tam bir tezat oluşturur. Çağdaş yazarlar teşhir ekonomisine dâhil edilirken, Ferrante bu daveti geri çevirir. Bunu yaparken, bir yazarın değerinin bir kişi olarak okunabilirliğine bağlı olduğu varsayımına meydan okuyarak, yazarlığın persona olarak performansını reddeder. Onun bu tutumu, Sontag’ın sanatın özerkliğine dair şiddetli savunmasını yeniden canlandırır: “Gerçek sanatın bizi tedirgin etme kapasitesi vardır.” Tedirgin eder, çünkü bir selfie’ye, bir travmaya, bir markaya indirgenmeye direnir. Ferrante ortadan kaybolmayı seçerek sadece piyasanın şahsilik talebine karşı gelmekle kalmaz, aynı zamanda hiper-mevcut, hiper-bilinir yazarın yeni ortodoksisini de tedirgin eder. Yazının hâlâ gölge dünyasına, kurmacaya, onu üreten bedenden koparılmış hayal gücüne ait olma ihtimalini somutlaştırır.

Politik Bir Tavır Olarak Anonimlik

Elena Ferrante’nin anonimliği bir rastlantı ya da münzevi bir sanatçının romantik bir kaprisi değildir; kesin ve kasıtlı bir politik jesttir. Kimliğin başlıca sermaye biçimi olduğu medya ortamında, kimliğinin açığa çıkmasını reddetmesi, bir eserin değerini yaratıcısının görünürlüğüyle eş tutan kültürel norma karşı bir meydan okumadır. Ferrante, mektuplar ve röportajlardan oluşan Frantumaglia adlı kitabında, “Bence kitaplar yazıldıktan sonra yazarlarına ihtiyaç duymazlar,” der. Bu reddediş, sadece kamunun gözünden çekilmek değil, yazarın kamusal bir özne olması beklentisini de altüst etmektir. Ferrante bu zorlamaya direnerek, yazarlığın okunaklı, satılabilir ve markalaşmış olduğu çağdaş koşulları kesintiye uğratan bir yazarlık grevi gerçekleştirir.

Ferrante, izleyicisini özdeşleşme olasılığından mahrum bırakarak, ilgi odağını metnin kendisine geri döndürür. Bunu yaparken, Sontag’ın yorumlamanın -özellikle de biyografik kazıya bağlı olduğunda- sanatı düzleştirdiği ve etkisizleştirdiği inancıyla aynı çizgiye gelir. Sontag, Against Interpretation’da şöyle yazar: 

Günümüzdeki yorumlama furyası duyarlılıklarımızı zehirliyor.

Ferrante de bu düşünceyi yineleyerek ortadan kayboluşunu, okurun yazarın benliği tarafından dolayımlanmadığı bir alanı korumanın bir yolu olarak konumlandırır. Bu jestin politik doğası, anı niteliğindeki şeffaflığın ve kimlik temelli pazarlamanın hâkim olduğu mevcut edebi ekonominin aksine daha da belirgin hale gelir. Ferrante silerek sistemin kendisinden beklediği işlemi reddeder: benlik performansı olmadan anlatı verir. Bu, içerik yerine biçimin, itiraf yerine üslubun savunulmasıdır.

Bunun özellikle radikal olmasının nedeni Ferrante’nin işlediği konulardır: kadınların hayatları, kararsızlıkları, sessizlikleri ve iç isyanları. Kadınların hikâyelerinin çoğunlukla ancak kişisel itiraflarla meşrulaştığı, açığa çıkmanın güçlenme sanıldığı bir dünyada, Ferrante’nin anonimliği kendi hayatını kanıt olarak sunmayı reddetmesi anlamına gelir. bell hooks’un kadın yazarlardan sıklıkla talep edilen “itirafçı görünürlük tarzı” olarak adlandırdığı şeyin çekimine direnir. Kişisel travmaları pazarlama aygıtının bir parçası haline gelen birçok çağdaşının aksine Ferrante, kurmacanın biyografi tarafından doğrulanmayan bir hakikat alanı olabileceğinde ısrar eder. Ferrante’nin anonimliği sadece kendi kişiliğini değil, kendini ifşa etme zorunluluğundan bağımsız bir pratik olarak yazma olasılığını da korur.

Yine de bu tavır onu politik olarak yok kılmaz. Aksine, ortadan kaybolması bir müdahaleye dönüşür — tüketilmeyi reddeden feminist bir müdahaleye. 2015 yılında The Paris Review’a verdiği bir röportajda Ferrante, “yazarı ortadan kaldırmanın… mutlak bir yaratıcı özgürlük alanı sunduğunu” ifade etmiştir. Bu yokluk, paradoksal bir şekilde, bir varlıktır — özerklikte bir ısrar, imge yaratma mekanizmasından özgür olma iddiası. Yazarın “kendini silen kişi” olduğunu yazan Maurice Blanchot gibi Ferrante de pasif olmayan bir kayboluş gerçekleştirir. Bu, bir direniş eylemi olarak benliğin silinmesi, edebiyatı biyopolitik tanınma rejiminden geri alan radikal bir estetik konumdur. Ferrante’nin anonimliği, politik olanı geçersiz kılmak bir yana, yazarlık yapısının ne kadar derinden politikleştiğini ortaya koymaktadır.

Gösteri, Gözetim ve Yazar Yüzü Fetişi

©Erich Lessing I Magnum Photos
©Erich Lessing I Magnum Photos

Geç kapitalizmin hiper-görsel ekonomisinde görünürlük değerle eşanlamlı hale gelmiştir. Görülmek onaylanmaktır, dolaşımda olmak var olmaktır. Bu mantık sadece fenomenleri ve ünlüleri değil, aynı zamanda sadece eserleriyle değil imajlarıyla da kamusal alana giderek daha fazla çağrılan yazarları da etkilemektedir. Yazarın yüzü metnin gerekli bir uzantısı, çoğu zaman da ilk etkileşim noktası haline gelmiştir. Kitap kapakları portrelerle süslenmekte, edebiyat festivalleri konser afişleri gibi yazar kadrolarının reklamını yapmakta ve okurlar yazarların günlük hayatlarından kesitler görmek için onları internetten takip etmektedir. Edebiyat alanı, Guy Debord’un “doğrudan yaşanan her şeyin bir temsile dönüştüğü” “gösteri toplumu” dediği şeyden kaçamamıştır. Bu gösteride, yazarın yüzü bir meta fetişi olarak işlev görür — arkasındaki esere samimiyet, özgünlük ve duygusal erişim vadeden bir yüzey.

Yazarın yüzünün bu şekilde fetişleştirilmesi, gözetim mekanizmasıyla birlikte işlemektedir. Sosyal medya platformları -dikkat çekmek ve para kazanmak için tasarlanmış- bir varlık biçimi olarak sürekli kendini ifşa etmeyi gerektirir. Yazar artık sadece bir yazar değil, selfie’ler, imza günleri, sahne arkası hikâyeleri ve Zoom okumaları aracılığıyla kendini göstermesi beklenen görsel bir ekonominin düğümüdür. Bu sürekli teşhir rejimi, yazarın hem izlenen hem de izleyen haline geldiği, hayali bir kamuya karşı okunabilirliklerini yönettikleri bir tür yumuşak gözetim yaratır. Michel Foucault’nun panoptikon teorisi -içselleştirilmiş gözetim yapısı- bu dinamikte yeni bir hayat bulur. Yazarlar kendilerini okunabilirlik konusunda disipline eder, sadece düzyazılarını değil benlik performanslarını da düzenlerler. Bu sistemde, Elena Ferrante’nin anonimliği bir reddedişten daha fazlasıdır; gözetim zorunluluğunun altüst edilmesidir.

Yazarı görme konusundaki çağdaş takıntı, okumanın kendisine dair derin bir kaygıyı da yansıtmaktadır. Bir metinle arkasındaki yüz olmadan karşılaşmak, biyografi dayanağını kaybetmek, bir belirsizlik denizinde sürüklenmek demektir. Sontag’ın yazdığı gibi, “Yorumlama, aklın sanattan intikamıdır.” Yüz fetişi bu intikamın aldığı biçimlerden biridir — eseri yazan bedenin şifresini çözerek eserin şifresini çözme arzusu. İmge yorumlayıcı bir kestirme yol, metni daha bilinebilir, daha açıklanabilir, daha pazarlanabilir kılmanın bir yolu haline gelir. Bu bağlamda Ferrante’nin yüzünün olmayışı son derece rahatsız edicidir. Okuyucuyu birleştirici bir öznenin konforundan mahrum bırakarak, metinle ham estetik özerkliği içinde yüzleşmeye zorlar. Bedeni, tarihi ya da ifadeleri aracılığıyla “açıklanmaya” direnir.

Sontag, On Photography’de bize fotoğrafın bir sahiplenme aracı olduğunu hatırlatır: “Fotoğraf çekmek, fotoğrafı çekilen şeyi kendine mâl etmektir.” Ferrante fotoğraflanmayı reddederek bu kendine mâl etmeyi -kendi benliğini, imgesini ve anlamını- reddeder. Edebi nesneyi yazarın varlığı aracılığıyla sabitlemeye çalışan aygıtı çözer. Yazarın yüzünün giderek daha fazla özgünlüğün garantisi olarak görüldüğü bir kültürde Ferrante, kurmacanın gerçek çerçevesinin ötesinde var olma gücünde ısrar eder. Onun görülmeyi reddetmesi, kamusal alandan geri çekilme değil, görünürlüğün her zaman erdemli olduğu, hakikatin teşhirde yattığı varsayımına bir meydan okumadır. Görünüşe takıntılı bir dünyada, Ferrante’nin görünmezliği, bakma arzumuza ve kime bakacağımızı bilememe korkumuza tutulan bir ayna haline gelir.

Feminist Dip Akıntısı

Edebi kültür bağlamında, Ferrante’nin anonimliği yalnızca görünürlüğün reddi değil, cinsiyete dayalı okunabilirliğin de reddidir. Kadınlar için görülme talebi tarihsel olarak ulaşılabilir olma talebi olarak işlemiştir: bilinmek, açıklanmak, tüketilmek ve değerlendirilmek. Bir kadın olarak yazmak çoğu zaman kişinin bedenini gözler önüne sererek yazmak anlamına gelmiştir — ister mecazi olarak, itiraf tarzları yoluyla, ister gerçek anlamda, görünüşün, yaşlanmanın, giyimin, sesin incelenmesi yoluyla. Ferrante’nin isimsiz ve yüzsüz kalmayı seçmesi, bu zorlayıcı görünürlüğe doğrudan karşı çıkar. Onun bu hareketi, Luce Irigaray’ın, kadının sürekli olarak imge, gösteri ve yüzey haline getiren sembolik bir düzende nasıl “öteki” olarak konumlandırıldığına dair eleştirisini çağrıştırır. Ferrante, imaj döngüsünden kaçarak, kadın yazınının gücünü çoğu zaman etkisizleştiren tanınma ve evcilleştirme ritüellerine kendini sunmayı reddeder.

Ferrante’nin eserlerinin merkezinde yer alan kadın arkadaşlığı, öfke, entelektüel hırs, erotik rekabet ve annelik ikilemi gibi temalar göz önüne alındığında bu reddediş daha da önemli hale gelmektedir. Romanları kadın olmanın, çok fazla görülmenin ve yeterince görülmemenin, arzulanmanın, susturulmanın, idealize edilmenin ve terk edilmenin psişik ve sosyal bedellerini irdeler. Yine de Ferrante bu hikâyeleri kendi yüzü ya da geçmişiyle doğrulamayı reddeder. Bunu yaparken de bell hooks’un “marjinalliğin metalaştırılması” olarak adlandırdığı, iktidar sistemlerinin görünürlük karşılığında ötekinin travmasını talep ettiği süreçten kaçınır. Kendi acılarını üstü kapalı (ya da açıkça) anlatmaları beklenen birçok çağdaş kadın yazarın aksine Ferrante, okuyucuyu onaylamanın cinsiyetçi hazzından mahrum bırakır: yaralarını göstermez, yüzünü anlatıya ek olarak sunmaz.

Bu haliyle anonimlik feminist direnişin bir alanı haline gelir. Sara Ahmed’in “feminist oyunbozan” pozisyonu olarak tanımladığı, duygusal okunabilirlik normlarına katılmayan kadınların çekingen, soğuk ya da zor olarak nitelendirildiği durumu kesintiye uğratır. Ferrante’nin geri çekilmesi sıklıkla anlaşılması zor ya da gizemli olarak çerçevelenir; bu terimler genellikle tehditkâr kadını yeniden evcilleştirmek için kullanılır. Ancak gerçekte, onun görünmezliği bir hayatta kalma ve meydan okuma stratejisidir: onu yerine sabitlemek, cinsiyetçi beklentiler çerçevesinde yorumlamak isteyen bakışa meydan okur. Kamusal tüketim için kendini ters yüz eden kadını ödüllendiren bir kültürde, Ferrante’nin ortadan kayboluşu hem karakterize edilmemiş hem de itaatsiz bir yaratıcı yaşam modeli sunar.

Sontag şöyle yazar: 

Bütün insanlar yorumlayıcıdır. Ama kadın insanlardan yorumlanabilir olmaları beklenir.

Ferrante’nin bu talebi reddetmesi, sürekli reddedilen bir özneye şeffaflığını geri kazandırır. Sesi açıkça -bazen acımasızca- konuşur ama arkasındaki beden geri alınamaz olarak kalır. Bu bir kayıp değil, bir tür özgürleşme yaratır: metinleri sonsuza dek deşifre edilmesi gereken tekil bir “o”ya bağlı değildir. Bunun yerine, kendi içlerinde feminist nesneler haline gelirler — yazarın “ben”inden koparılmış parçalar, çelişkiler, yoğunluklar. Ferrante sadece söylenene değil, saklanana da değer veren bir yazma etiği sunar. Feminist söylemin genellikle “görünürlük” ve “güçlendirme” sloganlarıyla düzleştirildiği bir dönemde, Ferrante’nin anonimliği gizliliğin, sessizliğin ve reddetmenin radikal potansiyelini geri kazanır.

Anonimliği Mitleştirme Riski

©Erich Hartmann I Magnum Photos
©Erich Hartmann I Magnum Photos

Elena Ferrante’nin anonimliği, genellikle radikal bir tavır olarak kutlansa da, metalaşma riskinden muaf değildir. Her şeyi bir hikâyeye dönüştürmeye hevesli bir edebiyat piyasasında, onun yokluğunun kendisi de pazarlama olarak bir anlatı-gizem haline gelmiştir. Spot ışıklarına ne kadar direnirse, aurası o kadar güçlenir. Bu paradoks tehlikelidir: Bir zamanlar bir olumsuzlama stratejisi olan anonimlik, kendi başına bir markaya dönüşebilir. Bilinmeyen fetişleşir; reddediş gösteriye dönüşür. Jean Baudrillard’ın öne sürebileceği gibi, Ferrante’nin görünmezliği bir simülakr olma riski taşır — kökeni olmayan bir temsil, kültürel tüketim için yeniden paketlenmiş estetize edilmiş bir boşluk. Medyanın Ferrante’nin kimliğini ortaya çıkarmaya yönelik gazetecilik girişimleriyle doruğa ulaşan “maskesini düşürme” takıntısı bu sürece eşlik etmektedir. Onun kendini silme çabası, direnmeye çalıştığı görünürlük sistemleri tarafından sürekli olarak boşa çıkarılmaktadır.

Daha geniş bir anlamda, metalaştırma mantığı bu sahiplenme eylemi üzerinden işler — geri çekilme jestlerini kullanılabilir, yeniden üretilebilir işaretlere dönüştürür. Ferrante’nin sessizliği de böylece kendi başına bir imge haline gelir. O artık sadece bir yazar değil, bir “gizemli olgu” hâline gelmiştir; hakkında yazılan denemelerde, yapılan röportajlarda ve panel tartışmalarında, tanınmayı reddedişi bitmek bilmeyen yorumların konusu olur. Bir zamanlar reddettiği aygıt onu yeniden içine alır. Kişisel marka olmaya karşı bir isyan olarak başlayan şey, alternatif bir markaya dönüşme riski taşır — küratörlü bir anti-mevcudiyet. Böylece, radikal tavır, reddetmeyi amaçladığı şöhret döngülerinin içine çekilerek nötralize olma riskini taşır.

Bu dinamik, katılımsızlığı sürdürmenin kültürel zorluğunu ortaya koymaktadır. Maurizio Lazzarato’nun ileri sürdüğü gibi, geç kapitalizmde reddetme eylemleri bile üretim mekanizmasının bir parçası haline gelebilir. Katılmama jesti ses getirir, satışları artırır ve yayıncıların yararlanabileceği bir aura yaratır. Ferrante’nin kitapları, anonimliğine rağmen (ya da anonimliği nedeniyle), genellikle ünlülerin yazdığı anı kitaplarına özgü bir şevkle tanıtılmaktadır. Silinmişliği bir pazarlama unsuruna dönüşür. Bedensizliği bile cinsiyetlendirilmiş ve estetikleştirilmiştir — kimi zaman anaç, kimi zaman hayaletimsi, romantik ya da meydan okuyan biçimlerde tahayyül edilir. Bir zamanlar yazarlık düzenini sarsan anonimlik, şimdi bu düzenin içinde başka bir dişliye dönüşme riski taşımaktadır. Ferrante’nin karşı karşıya olduğu politik çıkmaz tam da budur: bir yok oluş ikonu haline gelmeden nasıl yok olunur?

Yine de bu durum Ferrante’nin ilk hamlesinin gücünü ortadan kaldırmaz. Aksine, onu sindirmek için tasarlanmış sistemler içinde direnişin sınırlarını ortaya koyar. Theodor Adorno, The Cultural Industry’de, isyanın denetimsiz bırakıldığında kolayca emilip gösteri olarak yeniden satılabileceği konusunda uyarır. Ferrante’nin durumu bu eğilimi açıkça gözler önüne serer. Ancak aynı zamanda korunmaya değer bir gerilimi de ortaya çıkarır: jest ile onun sahiplenilişi, sessizlik ile onun aşırı yorumlanışı arasındaki gerilim. Anonimliği mitleştirilmiş olabilir, ancak yine de farklı bir yazarlık türü için bir yer tutucu görevi görür — kişisel ifşaya daha az bağımlı ve kaybolma ustalığına daha uyumlu bir yazarlık. Hiçbir şey olmasa bile, onun kayboluşu, görünürlüğün akışına karşı yazar olmanın ne anlama geldiğine dair bir iz bırakır — bu iz sonradan estetikleştirilse bile. Bu yönüyle Elena Ferrante, bizlere şunu hatırlatır: Taviz vermiş bir direniş bile, onu ehlileştirmeye çalışan rejimleri rahatsız edebilir, provoke edebilir ve onların peşini bırakmayan bir hayalet gibi dolaşabilir.

Kapatırken…

©Anastasia Saldatava I Unsplash
©Anastasia Saldatava I Unsplash

Elena Ferrante’nin ortadan kaybolma eylemi sessizliğe gömülmek değil, kişilik kültünün yükünden arınmış bir yazarlığın geri kazanımıdır. Yazarların travmalarını anlatmak, panellerde boy göstermek, parasosyal yakınlık geliştirmek için giderek daha fazla kendilerini icra etmeye çağrıldığı bir dünyada Ferrante’nin reddi, yazar olmadan yazarlık olasılığını canlandıran farklı bir edebi etiğin hatlarını çizmektedir. Bizi, yazmayı kendini ifade etme değil, kendini çözme olarak, tam da biyografik olarak bağlanma talebine direnerek güç kazanan estetik bir eylem olarak görmeye davet eder. Günümüzün zorlayıcı görünürlüğü karşısında onun duruşu nostaljik değil, çatışmacıdır. Bize yazarın dünyaya dikkatini veren biri olduğunu hatırlatır. Onun içinde kendini sürekli açıklamak zorunda olan biri değil.

Ferrante’nin anonimliği edebiyattan bir geri çekilme değil, ona bir geri dönüştür. 

Yazar figürünü yorumun merkezinden uzaklaştırarak, yazarın metnin kaynağı değil, etkisi olduğu konusundaki ısrarlarıyla Barthes ve Foucault’yu yankılar. Eser, yazarın biyografisinin gölgesinde değil, okur ile dil arasındaki boşlukta var olur. Reddi, edebiyatın özerkliğini yeniden kazanabileceği bir açıklık, biçimsel ve politik bir alan olarak işlev görür. Bu öznelliğin yadsınması değil, onun parasallaştırılmasının reddedilmesidir. Bu anlamda Ferrante’nin konumu, Blanchot’nun “kendini yok eden” yazar anlayışıyla paralellik gösterir — hiç kimse olmak için değil, eserin olduğu şey haline gelmesine yer açmak için. Görünmeden yazmak, edebiyatın onu yaratan kişiyi aşma yeteneğinde ısrar etmektir.

Yine de Ferrante’nin tavrı, saf bir aşkınlık olarak romantize edilmemelidir. Anonimliği efsaneleştirmenin doğurduğu riskler, daha önce de tartışıldığı gibi, gerçektir. Ancak bu risklerin içinde bile önemli bir meydan okuma yatar: şeffaflığa tahammül edemeyen sistemin kırılganlığını açığa çıkarır. Ferrante bize edebiyat dediğimiz şeyin yazarla samimiyet vaadi etrafında yapılandırılması gerekmediğini hatırlatır. Onun yazını, kişisel olanın derinlemesine ifadesinin ustalık, yapı, ton ve hayal gücü aracılığıyla mümkün olduğunu kanıtlar — günümüz edebiyat kültürüne hâkim olan itirafçılıkla değil. Onun ortadan kayboluşu, okur ve yazar arasındaki ilişkiyi yeniden yapılandırır ve açıklama gerektirmeyen, yalnızca katılım gerektiren bir okuma modeli sunar. Bu şekilde, yalnızca markalaşma mantığına karşı bir direniş sergilemekle kalmaz, aynı zamanda romanın bir teşhir değil, kurgu alanı olarak yeniden vurgulanmasını sağlar.

Yazar olmadan yazarlığı hayal etmek, eserin arkasındaki eli silmek değil, onun görünürlüğünü talep eden yapıları sorgulamaktır.Giderek yüzler tarafından yönlendirilen bir medya ekosisteminde, Ferrante’nin yokluğu edebi bir ret politikasına, sessiz ama güçlü bir itaatsizlik alanına dönüşür. Onun örneği bizi, benliği dolaşımdan alıkoyarak etik, estetik, politik olarak neler kazanılabileceğini düşünmeye davet eder. Bu, edebiyatı bilinemez, izlenemez ya da görülemez olanın gücüyle yeniden büyülemeye yönelik bir çağrıdır. Ve belki de bunu yaparken bir şeyi geri kazanır: sanatın görevinin benliği sonsuza dek anlatmak değil, onun ötesindeki dünyayı genişletmek olduğunu.

Kapak Fotoğrafı: ©Cristina Gottardi I Unsplash

Referanslar:

Susan Sontag, Against Interpretation and Other Essays (Picador, 1966)

Roland Barthes, “The Death of an Author“, Image Music Text (Fontana Press, 1977)

Michel Foucault, “What is an Author?” In Language, Counter-Memory, Practice: Selected Essays and Interviews (Cornell University Press, 1977)

bell hooks, Art on My Mind: Visual Politics (The New Press, 1995)

Maurice Blanchot, The Space of Literature (University of Nebraska Press, 1982)

Guy Debord, The Society of the Spectacle (Bureau of Public Secrets, 2014)

Susan Sontag, On Photography (Rosetta Books, 2005)

Sara Ahmed, The Cultural Politics of Emotion (Edinburgh University Press, 2014)

Jean Baudrillard, Simulacra and Simulation (University of Michigan Press, 1994)

Maurizio Lazzarato, Signs and Machines: Capitalism and the Production of Subjectivity(Semiotext(e), 2014)

Theodor W. Adorno, The Culture Industry: Selected Essays on Mass Culture (Routledge, 1991)

İlginizi Çekebilir!
Cehenneme Övgü ve Totalitarizmin Gölgesinde Yaşamak