New York’ta 1933 yılında varlıklı bir ailenin içine doğan Sontag’ın ailesiyle olan ilişkisi hiçbir zaman yakın değildi. Kendi deyimiyle köksüz bir çocukluktan ve bölük pörçük bir aileden gelen Sontag’ın işi nedeniyle Çin’e sürekli gidip gelen ailesi, babasının erken ölümüyle Amerika’da yaşamaya başlayacaktı. Bu kayıpla beraber maddi açıdan sıkıntıya düşen ailenin yeni lokasyonu, birçok şehirde yaşadıktan sonra Sontag’ın astımının da etkisiyle Arizona olacaktı.
Köklerimden uzak olmak gerçekten hoşuma gidiyor. Dönebileceğim hiçbir yer yok.
Susan Sontag, 1987
Baş döndürücüydü. Orada sonunda Susan’ı yaratan öz iradeye tanık oldum, Tucson’un ucundaki bu yıkık dökük küçük seyyar evde, bu ülkede en korkunç yerlerden birinde yaşayıp böylesine saygıdeğer, gerçek anlamda bir entelektüelin çıkması inanılmazdı.
Andrew Wylıe, Sontag’ın Temsilcisi

Zekâsı ve edebiyata olan açlığıyla liseyi 15 yaşında bitirerek sırasıyla California Üniversitesi ve ardından Chicago Üniversitesi’nde eğitim aldı. O yıllarda Chicago Üniversitesi, hocaları ve mezunlarıyla Amerika’nın önde gelen eğitim yerlerinden biriydi. Burada, eğitim görevlisi Philip Rieff ile tanıştı. Tanışmalarından sonraki iki hafta içinde evlendiler ve ertesi yıl David Rieff dünyaya geldi. Sontag, bu evliliğinin yanı sıra dar kot pantolonları, koyu renk kazakları, genç ve egzotik görünümüyle de üniversite ortamında hem dikkat çekiyor hem de tepkilere neden oluyordu.
Eğitim Hayatı ve Eserleri
1964 yılında “Notes on Camp” adlı makalesiyle dikkat çekti. Sontag, 1966’da yayınlanan Against Interpretation and Other Essays (Yoruma Karşı ve Diğer Denemeler), 1976’daki On Photography (Fotoğraf Üzerine) ve 1978’de yayımlanan Illness as Metaphor ( Metafor Olarak Hastalık) gibi kurgu dışı eserleriyle geniş çapta tanındı. 2000’de yayınlanan ve National Book Award’u kazandığı In America (Amerika’da) adlı romanıyla da edebi başarı kazandı.
2003 yılında yayınladığı Regarding the Pain of Others (Başkalarının Acısına Bakmak) da çarpıcı ve etkileyici kitaplarından birisiydi. Sontag, bu eserinde savaş ve acının görüntülerinin nasıl tüketildiğini eleştirdi; daha merhametli ve sorumlu bir medya tüketimine yönelik bir yaklaşımı savundu. Bu, aktivistlerin mesaj iletişiminde medyayı nasıl kullandıklarına daha eleştirel bir bakış açısı getirdi.
Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine’de ise fotoğrafın tarih, hafıza ve gerçeklik anlayışımızı nasıl şekillendirdiğini analiz etti. Pasif görsel tüketimi eleştirdi ve insanın empati üzerindeki etkilerini inceledi. Bazı eleştirmenlerin “Sen fotoğrafçı değilsin” tarzı eleştirilerine ise “Benim işim bakmak ve fotoğraflardan keyif almak; fotoğraf çekseydim ‘Fotoğraf Üzerine’ kitabını asla yazamazdım” diye cevap verecekti. Önemli kitaplarından bir diğeri olan ‘Metafor Olarak Hastalık’ kitabını da agresif göğüs kanserine yakalandıktan bir yıl sonra yazacaktı. Bu kitabında, kanser gibi hastalıklarla ilişkili metaforik dilin damgalamaya ve hasta deneyimlerine nasıl etki ettiğine dair derinlemesine bir inceleme yaptı.
O, film ve fotoğraf gibi sanat biçimlerini yüceltirken yüksek kültüre adanmışlığın başlı başına bir aktivizm biçimi olduğuna inanıyordu. Bir yandan da popüler kültüre kayıtsız kalmadığını her fırsatta söylüyordu.
The Doors ile Dostoyevski arasında seçim yapmam gerekseydi, o zaman elbette Dostoyevski’yi seçerdim. Ama seçmek zorunda mıyım?
Susan Sontag
Rolling Stones ile yaptığı röportajda yazmayı cinsiyetsiz bir eylem olarak gören Sontag, edebiyatın cinsiyete göre ayrıştırılmaması gerektiğini savunuyor ve klişelere uyum sağlamaya zorlanmanın baskıcı bir tutum olduğunu da ekliyordu. Son olarak yayınlanan On Women (2023) adlı derlemesinde; Sontag, erkek ve kadın kimliklerinin estetik ve politik olarak ortadan kaldırılması gerektiğini savunuyordu.
Feminist olarak açıkça bilinmese de Sontag’ın cinsiyet, kimlik ve politika konularındaki araştırmaları feminist söyleme önemli katkılarda bulundu. Güç dengelerini ve kültürel normları incelemesi, medya ve temsiller üzerine feminist eleştirilerin şekillenmesine yardımcı oldu. Ayrıca aktivistlere cinsiyetçiliğe meydan okuma ve cinsiyet eşitliği için mücadele etme konusunda ilham verdi.
Özetle şunu söyleyebiliriz ki; Susan Sontag’ın açık, keskin dili ve katmanlı yazıları, okuyucuları toplumsal normları ve kişisel görüşleri sorgulamaya ve yeniden düşünmeye teşvik etti.
Günümüzde de Susan Sontag kültürel ve siyasi analizin sınırlarını zorlayan yazılarıyla önemli bir figür olarak kalmaya devam ediyor. Yazar, düşünür ve aktivist olarak mirası, kültür, siyaset ve insan deneyimi arasındaki yaygın bağlantılar hakkında devam eden diyalogları teşvik ediyor.
Aktivist Kişiliği
Hayatı boyunca insan hakları için mücadele eden Susan Sontag, her defasında otoriterliği kınadı, Vietnam Savaşı ve diğer savaşlara karşı tutum sergiledi. Onun, siyasi katılımı sadece teorik değildi; sıklıkla savaş bölgelerine seyahat etti ve sansüre karşı her zaman açıkça konuştu.
O, Vietnam Savaşı’na karşı çıktığını açıkça dile getirdi ve savaş karşıtı sivil hareketleri destekledi. Yazıları ve yaptığı açıklamalar; ırkçılık, emperyalizm ve militarizm konularında eleştirel bir yaklaşım sergilerken aktivistleri dünyadaki tüm haksızlıkların birbirine bağlılığı konusunda derinden düşünmeye teşvik etti.

Sontag ilk kez Nisan 1993’te PEN International aracılığıyla Sarajevo’ya da gitti ve yaşananlara tanık oldu. Yönetmen Haris Pašović ile el ele verip provokatif bir projeye imza atan Sontag, 1993 yılında bölgedeki silahlı çatışma sırasında, Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı tiyatro oyununu Saraybosna’da sahneledi. Sontag birkaç kez şehre geldi ve haftalarca kaldı; Sniper Alley’de yaşıyor, vatandaşlarla aynı zorluklara katlanıyor ve öldürülme riskini göze alıyordu.

İki Dehanın Aşkı
Susan Sontag hayatının son 15 yılını geçirdiği partneri özellikle ünlülerin portreleriyle tanınan, ünlü Amerikalı portre fotoğrafçı Annie Leibovitz ile olan ilişkisini her zaman gözlerden uzak yaşadı, Sontag kendi özel hayatı hakkında ketum olmayı önemseyen biriydi.
Onun için her şeyin mümkün olmasını istedim, ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olmasını… Kendimi âdeta ulusal bir hazineye göz kulak olan biri gibi hissediyordum.
Annıe Leıbovıtz, Susan Hakkında

Dışarıdan masal gibi görünen ilişkileri aslında oldukça zorlayıcı ve Sontag’ın Leibovitz’e pek de iyi davranmadığı bir ilişkiydi. Ama Leibovitz son anına kadar onun hep yanında oldu. Onun ölümünden sonra Annie, 1990-2005 yıllarını kapsayan bir fotoğraf albümünü kendi deyimiyle hayatının en önemli kitabını yayımladı. Albümde, hayatlarının farklı dönemlerinden Susan’a ait birçok fotoğraf ve Susan’ın hastalığını ve yaşam mücadelesini belgeleyen dramatik kareler bulunuyor.
Eğer hayatta olsaydı, elbette bu çalışma yayınlanmazdı. Onun artık hayatta olmaması, her şeyi tamamen farklı bir hikâyeye dönüştürüyor.
Vefat ettiğinde Paris’teki Montparnasse mezarlığında dünyanın dört bir yanından gelen sanatçı, yazar ve entelektüeller onu yalnız bırakmayacak, Isabel Huppert Sontag’a ve onun çok sevdiği Paris’ine Charles Baudelaire’in ünlü sözü ile veda edecekti: “Je t’aime, ô capitale infâme!”