Unutulmuş bir deponun dinginliğinde, eski bir şemsiye kıpırdanır. Bir zamanlar görkemli olan kumaşı artık yırtılmış, iskeleti yıllarca kullanılmaktan bükülmüştür. Bir asırlık sessiz ısrarın ardından, bir yadigar olarak değil ama ruhu ve amacı olan bir yaratık olarak uyanır. Bu, Japon folklorunun “alet ruhları” olan tsukumogami’nin dünyasıdır: yüz yıl sonra bilinç ve eylemlilik kazanan sıradan nesneler. Bu fikir ilk bakışta tuhaf görünse de, oyunbaz imgelerin altında derin bir kültürel felsefe yatar —canlı ile cansız arasında, insan hikâyeleri ile maddi varoluş arasında katı bir sınır çizmeyi reddeden bir felsefe. Antropolog Tim Ingold’un gözlemlediği gibi, “Animizm bir doktrin değildir; dünyada var olmanın bir yoludur,” ve Japonya’da bu var olma biçimi inancın sınırlarına hapsolmaz, günlük yaşam, dil ve hayal gücünün içinden geçer.
Tsukumogami ruhu, Japonya’nın derin animistik mirasından, özellikle de nehirlerde, ağaçlarda, kayalarda ve hatta insan yapımı nesnelerde yaşayabilen ruhlar olan kami’ye duyulan Şinto saygısından kaynaklanmaktadır. Ruh ile maddeyi ya da canlı ile hareketsizi sıklıkla karşı karşıya getiren Batılı ikiliklerin aksine, Japon dünya görüşü uzun zamandır daha akışkan bir sürekliliği benimsemiştir. Nesneler yalnızca birer araç değil, duygusal, ruhanî ve toplumsal ağırlık taşıma kapasitesine sahip varoluş yoldaşlarıdır. Bu animistik bilinç, maddi dünya ile saygı ve karşılıklılık ilişkisini mümkün kılar. Jane Bennett’in Vibrant Matter adlı kitabında belirttiği gibi, “Dünya yalnızca bir nesneler topluluğu değil, canlı bir malzemeler sürüsüdür.” Tsukumogami ilminde, bu sürü soyut değildir —bir zamanlar göz ardı edilmiş ev aletleri, çoraplar, kağıt fenerler veya şiltelerden oluşan bir koleksiyondur, hepsi insan eli tarafından unutulduğunda ses ve irade biriktirir.

Modern Japonya bu eski duyarlılıkları şaşırtıcı şekillerde yansıtmaya devam eder. Örneğin çağdaş sanatçı Yoshihiro Suda, bitkilerin ve gündelik nesnelerin ahşaptan hiper-gerçekçi heykellerini yapar ve bunları sanki doğa ve sanat eseri kendilerini nazikçe yeniden kabul ettirmiş gibi galeri köşelerine sessizce yerleştirir. Bu arada, insanların teknolojiyi antropomorfize etme eğilimi -temizlik robotlarına isim vermek, Alexa veya Siri gibi sesli asistanlarla konuşmak- bir tür bilinçsiz, seküler animizmi yansıtmaktadır. Steril, hızlanan otomasyon çağında bile, nesnelere yalnızca araç olarak değil katılımcı olarak davranma içgüdüsüne bağlı kalmaya devam ediyoruz. Sanki tsukumogami ruhu şimdi telefonlarımızın, eskiyen dizüstü bilgisayarlarımızın, yıpranmış spor ayakkabılarımızın içinde titreşiyor —görünmez ama yok değil.
Birazdan okuyacaklarınız, tsukumogami kavramının maddi dünyayla ilişki kurmanın farklı bir yolunu -sürdürülebilirlik, hafıza ve saygıya dayanan bir yol- nasıl somutlaştırdığının keşfidir. Tek kullanımlık olma özelliğinin insan tüketiminin büyük bir kısmını tanımladığı, otomasyonun fiziksel dünyayı giderek görünmez kılma riski taşıdığı bir zamanda, animistik düşüncenin kalıcı gücü bir alternatif sunar: yarattığımız ve attığımız şeylerle daha yavaş, daha dikkatli bir ilişki. Thomas Berry’nin bir zamanlar yazdığı gibi,
Dünya bir nesneler topluluğu değil, özneler birliğidir.
Gece boyunca tökezleyen eski, yıpranmış şemsiyeyi yeniden ziyaret ederken, yalnızca nesnelere olan davranışımızı değil, aynı zamanda dünyanın yaşayan, nefes alan dokusu içindeki yerimizi de yeniden düşünmeye davet ediliriz.
Tsukumogami’nin Animistik Temelleri: Yaşam ve Madde Arasındaki Akışkan Sınırlar
Tsukumogami’nin temelinde, Batı düşüncesinin büyük bölümünü şekillendiren mekanistik bakış açısından son derece farklı bir dünya görüşü yatmaktadır. Japonya’nın yerli ruhani geleneği olan Şinto’da dünya kami ile doludur —sadece insanları ve hayvanları değil, kayaları, nehirleri, aletleri ve hatta kırık nesneleri canlandıran yaşamsal güçler. Burada varoluş, ruhun madde üzerindeki hiyerarşisi ile değil, karmaşık bir karşılıklı canlandırma ağı ile tanımlanır. David Abram, The Spell of the Sensuous adlı kitabında bu animistik duyarlılığı ele alır:
Tam anlamıyla insan olmak için, insan ötesi dünyayla tam anlamıyla meşgul olmak gerekir.
Tsukumogami dünyasında bu bağlılık, köşede unutulmuş süpürgeye, eskimiş sandaletlere, mürekkep taşına kadar uzanır —her biri yeterli zaman ve doğru koşullar sağlandığında ruh olasılığıyla doludur.

Canlı ve cansız arasındaki bu akışkan sınır, tsukumogami ve diğer yōkai’lerin (doğaüstü yaratıklar) coşkulu alayının geceyi doldurduğu Hyakki Yagyō (Night Parade of One Hundred Demons, Yüz İblisin Gece Geçidi -Kapak resmi) gibi eski resimli parşömenlerde canlı bir şekilde ortaya çıkar. Bu resimlerde, ele geçirilmiş bir kağıt fener, yırtık pırtık kumaştan ağzı açık bir şekilde sendeleyerek ilerlerken, eski bir sake kavanozu bacaklarını açarak onun peşinden gider. Bu tür tasvirler, genellikle eğlenceli olmakla birlikte, faydacı işlevleri sona erdiğinde nesneleri sessizliğe terk etmeyi reddeden bir kültürü yansıtır. Bunun yerine, bir nesnenin yaşı ve kullanımı bir biyografi, tanınmayı talep eden yaşanmış bir tarih yaratır. Ingold’un bize hatırlattığı gibi, “Malzemeler basmakalıp bir dünyada var olmazlar; onlar dünyaya aittirler, onun oluşumunun bir parçasıdırlar.” Japonya’da bu oluş, insan niyeti ile maddi canlılık arasında süregelen bir müzakeredir.
Bu dünya görüşünün çağdaş yansımaları kintsugi gibi Japon uygulamalarında görülebilir —kırık çömlekleri altınla onarma sanatı, hasarı bir kusur olarak değil, nesnenin gelişen hikayesinin bir parçası olarak ele alır. Kintsugi, tsukumogami gibi, maddi şeylere saygınlık ve anlatı kazandıran, onları silmek yerine dönüşümlerini onurlandıran bir etiği temsil eder. Benzer şekilde, silgi, kalem ve pilav tenceresi gibi gündelik eşyaların bile yüzler ve kişiliklerle süslendiği günümüzün kawaii kültürü, animistik geleneklerin eğlenceli bir devamı olarak görülebilir ve Japon kültüründe yaşam ile madde arasındaki çizginin olağanüstü derecede geçirgen olduğunu hatırlatır. Bu ethos, Batı’nın atma, değiştirme ve unutma dürtüsüyle tam bir tezat oluşturur.

Sanal deneyimlerin ve bedensiz etkileşimlerin giderek daha fazla egemen olduğu bir dünyada, tsukumogami’nin animistik temelleri çarpıcı bir karşı-imge sunar: dikkat, özen ve hafızanın maddenin canlı ve anlamlı kalmasını sağladığı bir gerçeklik vizyonu. Tsukumogami sadece yaramaz bir ruh değildir; aynı zamanda bir habercidir —en mütevazı nesnenin bile varoluşun büyük açılımına katıldığını ısrarla hatırlatır. Bennett’in gözlemlediği gibi, “şeylerin kendilerine ait yörüngeleri, eğilimleri veya eğilimleri olan yarı failler veya güçler olarak hareket etme kapasitesi”, insan emriyle yönetilen hareketsiz maddenin baskın modeline meydan okur. Tsukumogami merceğinden baktığımızda, maddi dünyayı pasif bir kaynak olarak değil, hareketli, duyarlı ve ısrarla canlı bir ilişkiler alanı olarak görmeye davet ediliriz.
Etik Materyalizm Olarak Tsukumogami: Nesnelerin Ahlâki Ağırlığı
Tsukumogami dünyasında, bir nesnenin terk edilmesi tarafsız bir eylem değil, ahlâki bir başarısızlıktır —yaratıcı, kullanıcı ve şey arasında dile getirilmemiş bir sözleşmenin ihlalidir. Bu animistik çerçevede, bir nesneyi dikkatsizce kullanmak veya vaktinden önce atmak sadece maddi israfa değil, aynı zamanda manevi kızgınlığa da yol açma riski taşır. Sonuç olarak, maddi eşyalara hürmet ve sorumlulukla yaklaşılır ve ince bir özen etiği oluşturulur. Martin Heidegger, Poetry, Language, Thought’ta eşyaları tartışırken şöyle der: “Sürahinin boşluğu… İçmek için içeceği tutar. Kabın tutulmasında, şeyin şeyleşmesi varlığa gelir.” Testi ya da tsukumogami özelinde eski süpürge ya da çaydanlık, yalnızca işleviyle değil, sürdürdüğü ilişkiler ve geçmişiyle de tanımlanır —ve bu ilişkilerin ihlali dünyanın ahlâki dokusunu bozar.
Tsukumogami’nin tarihî hikâyeleri sıklıkla bu etik dinamiği örneklemektedir. Popüler bir halk hikâyesinde, ihmal edilmiş ve kırılmış aletlerle dolu bir ev, intikamcı ruhlara dönüşen terk edilmiş aletlerinin gazabına uğrar. Ancak bir özür ve minnettarlık ritüelinden sonra barış yeniden sağlanır —bu, tahakkümden ziyade kabul yoluyla kurtuluşu vurgulayan bir anlatıdır. Nesneler de ilişkiler gibi zarar görebilir ama aynı zamanda iyileştirilebilirler. Benzer şekilde, Hari Kuyō töreni gibi -eski dikiş iğnelerinin onurlandırıldığı ve tofu içinde dinlendirildiği- ritüeller günlük yaşam araçlarıyla canlı bir etik ilişkiyi somutlaştırır. Bu, doktrin yoluyla değil, maddi dünyayla derin, ritüelleştirilmiş bir yakınlık yoluyla etik materyalizmdir; burada elden çıkarma sıradan değil kutsaldır.
Modern bağlamlarda tsukumogami ruhu, tüketim kültürünün kullanılıp atılabilirliğine ve planlı eskitmeye yönelik eleştirilerde varlığını sürdürmektedir. Naoto Fukasawa gibi Japon tasarımcılar bu hassasiyetleri çalışmalarına dâhil ederek, kasıtlı olarak minimalist ancak duygusal olarak yankı uyandıran, geçici yenilikler yerine uzun vadeli bağlılığı teşvik eden nesneler yaratmaktadır. Buna karşılık, küresel tüketimciliğin durmak bilmeyen çalkantısı, nesnelere “varışta ölü” muamelesi yapmakta ve onları kalıcı bir değer ya da tarihten koparmaktadır.
Tsukumogami’den esinlenen bir görüşe göre, akılsızca tüketmek sadece savurganlık değildir; bu bir tür manevi hafıza kaybıdır, insanlar ve nesneler arasındaki ortak oluşu tanımayı reddetmektir.
Maddi ilişkilerimizi tsukumogami’nin etik merceğinden geçirerek yeniden tasarlamak, radikal bir yavaşlamayı, ortak varoluşumuzun yoldaşları olarak nesnelere geri dönüşü salık verir. Tsukumogami sadece ihmali cezalandırmak için musallat olmaz; şekillendirdiğimiz dünyanın karşılığında bizi de şekillendirdiğini hatırlatmak için ortaya çıkar. Her aşınmış sap, her çatlamış kâse etik bir ağırlık taşır —bir kullanma ve atma döngüsünden ziyade bir sorumluluklar ağına katılmaya davet eder. Çevre filozofu Freya Mathews’in de belirttiği gibi,
Dünyanın kendisi değerin taşıyıcısıdır, sadece insan projeleri için bir depo değildir.
Sahip olduklarımızı dilsiz metalar olarak değil, potansiyel yakınlar olarak gördüğümüzde, maddenin ahlâki ağırlığını geri kazanmaya başlarız – ve belki de bu arada kendi insanlığımızdan bir şeyler geri kazanırız.
Hafıza ve Bağlanma: Yaşayan Arşivler Olarak Nesneler
Tsukumogami kavramı, nesnelerin durağan olmadığını; zaman, dokunma ve anlatı birikimleri -insan deneyiminin yaşayan arşivleri- olduğunu öne sürer. Bu görüşe göre, maddi şeyler nötr taşıyıcılar değil, hayatta kaldıkları hikâyelerin aktif katılımcılarıdır. Walter Benjamin’in gözlemlediği gibi, “Yaşamak, iz bırakmak demektir.” Her aşınmış yüzey, her soluk renk, her özenli onarım, nesnenin varlığını daha geniş bir hafıza manzarasına kazır. Bir tsukumogami’ye dönüşen asırlık bir çaydanlık, bu nedenle bir büyü fantezisinden ziyade, nesnelerin dayanıklılıkları sayesinde anlamla doymuş hale geldiğinin bir kabulüdür. Bu tür nesnelere değer verirken, kişi yalnızca duygusal davranmaz; maddi kalıcılık ile insanî anlam arasındaki karmaşık etkileşimi onaylar.
Tsukumogami hikâyeleri genellikle insan hayatının mahrem anlarına tanıklık etmiş unutulmuş nesnelere odaklanır —bir çocuğun atılmış oyuncağı, bir zanaatkârın yıpranmış aleti, bir tapınağın yıllanmış sunağı. Bu öykülerde ruhun uyanışı rastlantısal değildir; yıllarca süren sessiz tanıklığın doğal çiçeklenmesidir. Bu fikir, durmaksızın yanıp sönen LED sayaçlardan oluşan enstalasyonları hem yaşamın sürekliliğini hem de zamanın sessiz birikimini temsil eden çağdaş Japon sanatçı Tatsuo Miyajima’nın çalışmalarında yankı bulur. Miyajima’nın “Değişmeye devam et / Her şeyle bağlantı kur / Sonsuza kadar devam et” düsturu tsukumogami ethosuyla örtüşmektedir: nesneler de anılar gibi evrilir, iç içe geçer ve kalıcı olur. Onlar hareketsiz değildir; onlar somutlaşmış tarihlerdir.
Geçici olanı kalıcı olana tercih eden modern tüketim dünyasında, tsukumogami bize fiziksel şeylerin sahip olabileceği duygusal ağırlığı hatırlatır. Kullanıcıların eski teknolojilerini antropomorfize etme olgusunu düşünün —“sadık” hissettiren yaşlanmış bir iPod veya hâlâ kullanışlı olduğu için değil, yaşamın bölümleri boyunca bir yoldaş haline geldiği için değiştirmekte tereddüt edilen hırpalanmış bir dizüstü bilgisayar. Filozof Jean Baudrillard, The System of Objects adlı çalışmasında nesnelerin “ihtiyaçların yapısına bağlı olduğu kadar hayallerin yapısına da bağlı olduğunu” belirtir. Bu anlamda, her nesne sadece kullanım değeri değil, aynı zamanda rüya değeri de taşır —hiçbir değişimin kolayca silemeyeceği kişisel ve kolektif bir hafıza deposu.
Nesneleri yaşayan arşivler olarak görerek, daha yavaş, daha özenli bir varoluş biçimine davet ediliriz. Onarım bir hafıza koruma eylemine dönüşür; koruma ise bir hürmet eylemi haline gelir. Böylece tsukumogami, sadece nesnelerin önemli olduğu konusunda ısrar ederek değil, nesnelerin hatırladığını göstererek, özünde tek kullanımlık olan bir kültüre meydan okur. Onlarla birlikte dikkatle yaşamak, her çizik ve aşınmış kenarın tüketilen bir kaynaktan ziyade paylaşılan bir yaşamı doğruladığı yoğunlaştırılmış, zenginleştirilmiş bir zamansallık içinde yaşamaktır. Bu şekilde, tsukumogami ruhu sadece büyüleyici bir folklor değil, aynı zamanda etik ve varoluşsal bir yönelim sunar —her zaman izlerle zaten canlı olan bir dünyaya kendimizi daha derinden demirlemenin bir yolu.
Tsukumogami ve Modern Teknoloji: Otomasyon Çağında Animizm
Otomasyon, yapay zeka ve tek kullanımlık aletlerle tanımlanan bir çağda, tsukumogami ruhu modern teknolojinin şık yüzeylerinin altında fısıldamaya devam etmektedir. Günümüz cihazları kısa ömürleri düşünülerek tasarlanmış olsa da, kullanıcılar genellikle onlara beklenmedik duygusal bağlar geliştirir —robotik süpürgelerine isim verir, eskiyen bir akıllı telefonu değiştirirken suçluluk hisseder veya arızalı bilgisayarları “huysuz” yoldaşlar olarak antropomorfize eder. Bu olgu, teknolojik açıdan en doygun ortamlarda bile animistik dürtünün varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Sherry Turkle, Alone Together adlı kitabında, “Sadece nesnelerimiz aracılığıyla konuşmuyoruz; onlarla konuşuyoruz” der. İnsanlar ve makineler arasındaki bu kalıcı ilişkisellikte, eski tsukumogami fikri şaşırtıcı bir şekilde yeni bir anlam kazanır.

Modern tsukumogami, insanların eskiyen cihazlarla kurdukları sevgi dolu ilişkilerde de görülebilir. Örneğin, eski iPod’lar, Tamagotchiler ve hatta Nintendo Game Boy gibi eski oyun konsolları etrafındaki kült nostaljiyi düşünün. Bu “modası geçmiş” teknolojileri onarmaya ve korumaya adanmış çevrimiçi forumlar genellikle onları neredeyse saygılı terimlerle tanımlar, sanki araçlara hizmet etmekten ziyade yaşlanan büyüklerine bakıyormuş gibi. Japonların mono no aware kavramı -geçiciliğin acı tatlı farkındalığı- bu bağlılıkları besler ve güzelliği eskimeye rağmen değil, onun sayesinde kabul eder. Tsukumogami ruhu burada gerçek bir hayalet olarak değil, bir duyarlılık olarak ortaya çıkar: en sentetik yaratımlarımızın bile zamanın ve hafızanın akışına katıldığının, salt işlevselliği aşan bir değer biriktirdiğinin kabulü.
İlginç bir şekilde, çağdaş Japon medyası teknoloji ve ruhun bu kesişimini canlandırmaya devam etmektedir. Studio Ghibli’nin Spirited Away filminde, gözden çıkarılmış nehir ruhları ve terk edilmiş tanrılar, endüstriyel atıklar ve antik animizm arasında bir süreklilik olduğunu düşündüren tüketim enkazının yanında görünür. Benzer şekilde, Dennō Coil adlı anime, yarı-duyarlı varlıklar gibi davranan ve eser, ruh ve makine arasındaki çizgileri bulanıklaştıran artırılmış gerçeklik cihazları tasavvur etmektedir. Bu anlatılar, teknolojinin kendisinin sadece kod ve devre yoluyla değil, ona tutunan insan hafızası, duygu ve hayal gücü katmanları yoluyla canlandırıldığı gelişen bir folklora işaret eder. Bruno Latour’un We Have Never Been Modern’de ileri sürdüğü gibi, “Nesnelerin de failliği vardır, bize bir şeyler yaptırırlar.” Tsukumogami, modern biçimleriyle, bize yarattığımız teknolojilerin asla atıl olmadığını hatırlatır; hayatlarımızı, alışkanlıklarımızı ve hatta duygularımızı şekillendirirler.

Tsukumogami’yi dijital çağ için yeniden yorumlarken daha derin bir soruyla yüzleşiriz: Makinelerle etik bir şekilde yaşamak ne anlama gelir? Eğer çevremizdeki nesneler pasif değil de dünyamıza -maddi, duygusal ve hatta manevi olarak- katılıyorlarsa, belki de onlara farklı türde bir yönetim borçluyuzdur. Onarım, saygı ve yaratıcı katılım, planlı eskitme ve düşüncesiz tüketim kültürüne karşı direniş eylemleri haline gelir. Bu açıdan bakıldığında, çizik bir akıllı telefon veya arızalı bir dizüstü bilgisayar gözden çıkarılması gereken arızalar olarak değil, hizmetleri ve geçmişleri için onurlandırılması gereken yoldaşlar olarak görülebilir. Tsukumogami bize algoritmalar ve otomasyon çağında bile maddi dünyanın canlılığını koruduğunu ve onunla olan ilişkilerimizin her zamanki gibi ahlâki -ve büyülü- olmaya devam ettiğini salık verir.
Nesnelerle İlişkimizi Yeniden Tasarlamak: Tsukumogami’den Dersler
Tsukumogami figürü bizi maddi dünyayla ilişkimizi radikal bir şekilde yeniden düşünmeye davet eder —tek kullanımlık araçların egemenliği olarak değil, dikkat, saygı ve bakımı hak eden canlı bir varlıklar ağı olarak. Sonsuz üretim ve atık döngüsü üzerine kurulu bir ekonomide, nesneleri metalar yerine potansiyel yoldaşlar olarak görmek ince ama derin bir direniş eylemi haline gelir. Bennett, “Şey-gücü, sıradan, insan yapımı nesnelerin nesne statülerini aşma ve bağımsızlık ya da canlılık izleri gösterme konusundaki tuhaf yeteneklerine işaret eder,” diye yazarken bu potansiyele değinmektedir. Tsukumogami bu “şey-gücünün” hatırlatıcısıdır —her eşya onu doğuran dünyanın ve onu şekillendiren ellerin bir yankısını taşır.
Özellikle etkileyici bir örnek, ihmal edilen nesnelerin içsel bir kötülükten değil, uzun süreli göz ardı edilme ve hor görülmeden dolayı kötü niyetli hale geldiği tarihî halk anlatılarından gelmektedir. İyi bilinen bu hikâyede, terk edilmiş ve çürümeye yüz tutmuş eski bir şiltenin, yıllarca verdiği sadık hizmetin takdir edilmesini talep eden intikamcı bir ruh olarak dirildiği anlatılır. Modern anlamda bu hikâye, nesnelere -ve dolayısıyla çevreye ve diğer varlıklara- tek kullanımlık muamelesi yapmanın sonuçları için bir alegori görevi görür. Mika Ninagawa gibi sanatçılar, geçici güzelliğin (çiçekler, geçici gençlik, süslü nesneler) çarpıcı doygunluktaki fotoğraflarıyla ihtişam ve çürüme arasındaki gerilimi yakalayarak, tsukumogami’nin duyarlılığını çağdaş bir üslupla yansıtır ve nesnelerin başka türlü görünmez olan yaşamlarını görünür kılar.
Nesnelerle olan ilişkimizi yeniden tasarlarken, bakım eylemi yeni bir ahlâki boyut kazanmaktadır. Günümüzde genellikle zahmet olarak görülen onarım, yeniden kullanım ve restorasyon, minnettarlık ve karşılıklılığın kutsal jestleri haline gelir. Kırılan çömleklerin altın cila ile onarıldığı Japon kintsugi uygulaması gibi projeler bu felsefeyi güzel bir şekilde somutlaştırmaktadır. Kırık bir eşyayı atmak yerine, kintsugi onun kırılma ve onarım geçmişini vurgulayarak, bir nesnenin gelişen yaşamının bir parçası olarak kusurluluğu kutlar. Simone Weil’in bir zamanlar yazdığı gibi, “Dikkat, cömertliğin en nadir ve en saf halidir.” Eşyalarımızla sadece işe yaradıkları için değil, hayatımızdaki varlıkları için ilgilenirken, tsukumogami anlatılarının onurlandırdığı bir tür gündelik zarafet sergileriz.
Nihayetinde tsukumogami ruhu bize özne ile nesne, benlik ile dünya arasındaki sınırın modernitenin bize inandırmak istediğinden çok daha gözenekli olduğunu öğretir. Maddi âlem karşısında alçakgönüllü olmaya çağırır —şeylerin efendisi değil, onlarla ortak bir varoluşun katılımcıları olduğumuzu kabul eder. Ekolojik kriz ve yaygın tüketim çağında, bu ders sadece nostaljik veya estetik değildir; derinlemesine etiktir ve acilen gereklidir. Nesnelere sabır, hürmet ve hayal gücüyle yaklaşarak kendimizi farklı bir yaşam temposuna açarız —görünür ve görünmez tüm biçimleriyle yaşamın onurlandırıldığı ve nesnelerin sessiz ruhlarının bir kez daha konuşabileceği bir tempo.
Kapatırken…
Tsukumogami ruhu, uzak bir folklorun kalıntısı olarak değil, dünyada yaşama biçimimizi yeniden düşünmeye yönelik canlı bir davet olarak varlığını sürdürmektedir. Eski aletlerin fısıltıları, eskiyen makinelerin uğultusu ve sevilen nesnelerin yıpranmış kenarları bize maddi dünyanın insan yaşamının bir arka planı değil, onun ortak yaratıcısı olduğunu hatırlatır. Gaston Bachelard’ın The Poetics of Space’te yazdığı gibi,
Yalnızlık içinde el üstünde tutulan nesneler, içsel yaşamımızın izlerini taşır.
Tsukumogami öyküleri bu gizli yoldaşlığı görünür kılar ve bize yaşamlarımızın nesnelerin varoluşuyla örüldüğünü, onları el üstünde tutarken ya da atarken yalnızca maddeyle ilgili değil, bellek, etik ve özenle ilgili seçimler yaptığımızı gösterir.
Hız, değiştirme ve bağlantısızlıkla giderek daha fazla tanımlanan bir çağda tsukumogami, zamanın, dayanıklılığın ve özenli onarımın yenilikten daha öncelikli olduğu bir karşı hayal sunar. Planlı eskitme ve kullan-at kültürünün çağdaş mantığına meydan okuyarak, bizi sahip olduklarımızı yalnızca kolaylık sağlayan uzantılar olarak değil, tarih ve duygu depoları olarak görmeye çağırır. Tsukumogami, en fütüristik kreasyonlarımızın bile aynı kadim canlılık ve geçicilik ağına ilmek ilmek işlendiğini öne sürer.
Özünde tsukumogami inancı batıl inançlarla ilgili değildir; insan-olmayan dünyaya daha etik ve yaratıcı bir ilgi geliştirmekle ilgilidir. Bizden, günlerimizi şekillendiren maddi yoldaşların eylemliliğini, direncini ve sessiz haysiyetini tanımamızı ister. Heidegger’in “ikamet” kavramı -dünyadaki şeylere uyum sağlayarak otantik bir şekilde yaşamak- burada karşılığını bulmaktadır. Tsukumogami ile yaşamak, koruyuculuğun tahakkümün yerini aldığı, kullanımın hürmetle dengelendiği ve en küçük şeylerin varoluş biçimimiz hakkındaki en büyük gerçekleri ortaya çıkarabildiği bir dünyada yaşamaktır.Belki de tsukumogami’den çıkarılacak ders, nesnelerin yüz yıl sonra canlanması değil, başından itibaren hiçbir zaman gerçekten cansız olmadıklarıdır. Etrafımızdaki şeylerin canlılığına -atmaya kıyamadığımız kırık fincandan, binlerce sohbetin yankısını hâlâ içinde barındıran eskimiş dizüstü bilgisayara kadar- kendimizi bir kez daha adapte edebilirsek, dünyada daha zengin, daha yavaş ve daha anlamlı bir şekilde yaşamaya yeniden başlayabiliriz. Nihayetinde tsukumogami ruhu bizi yalnızca nesnelerin yaşamını hatırlamaya değil, onların sessiz ve kalıcı kucaklayıcılığında daha derin bir şekilde yaşamaya çağırır.
Referanslar:
Tim Ingold, The Perception of the Environment: Essays on Livelihood, Dwelling and Skill (Routledge, 2002)
Jane Bennett, Vibrant Matter: A Political Ecology of Things (Duke University Press, 2010)
David Abram, The Spell of the Sensuous: Perception and Language in a More-Than-Human World (Vintage Books, 1996)
Martin Heidegger, Poetry, Language, Thought (Harper & Row, 1971)
Freya Mathews, For Love of Matter: A Contemporary Panpsychism (State University of New York Press, 2003)
Jean Baudrillard, The System of Objects (Verso, 1996)
Sherry Turkle, Alone Together: Why We Expect More From Technology and Less From Each Other (Basic Books, 2011)
Bruno Latour, We Have Never Been Modern (Harvard University Press, 1993)
Gaston Bachelard, The Poetics of Space (Beacon Press, 1994)
Noriko T. Reider, “Animating Objects: Tsukumogami ki and the Medieval Illustration of Shingon Truth“, Japanese Journal of Religious Studies 36/2: 231–257 (Nanzan Institute for Religion and Culture, 2009)