Çok Türlü Yaşam: Evcilleştirme Kavramını Yeniden Düşünmek

Evcilleştirme, insanlık tarihinin en kritik dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir. İlk bakışta, insan ile insan olmayan canlılar arasında kurulmuş bir iş birliği hikâyesi gibi görünür. Oysaki bu kavramın derinliklerinde ekonomik, siyasi, kültürel ve felsefi pek çok katman yatar.
Painting of herdsmen and cattle, Tassili-n-Ajjer, Algeria.

Yaygın anlatılara göre insan, doğadaki vahşi hayvanları zamanla kendi yaşam çevresine adapte etmiş, onlara besin, barınma ve koruma sağlayarak evcilleştirmiştir, fakat bu sürece yalnızca “karşılıklı fayda” veya “dostluk” gözüyle bakmak, çok boyutlu bir dönüşümü fazlasıyla romantize etmek olur. Zira evcilleştirme, aynı zamanda bir tahakküm, beden politikası ve doğanın yeniden kurgulanması anlamını da taşır. İnsan türü, bu pratiğiyle diğer türdeki hayvanların genetiğine, üreme süreçlerine ve gündelik davranışlarına müdahale ederek onları kendi toplumsal ve ekonomik düzenine uygun hâle getirir.

Öte yandan, evcilleştirildiğini düşündüğümüz insan olmayan hayvanları ifade etmek için kullandığımız “evcil hayvan” kavramı da kendi içinde bir dizi varsayım barındırır. Kedi ve köpek gibi türler, şehir yaşamında “arkadaş”, “dost”, hatta “aile üyesi” olarak görülürken, köy ve kırsaldaki koyun, inek, keçi veya kümeste tutulan canlıların “evcil” addedilmesi aynı duygusal karşılığı görmeyebilir. Bu durum, “evcil hayvan” kavramının içerik ve anlam bakımından ne kadar değişken olduğunu gösterir. Aynı toplumda bazı insan olmayan hayvanlar “evin ve hatta ailenin bir parçası” olarak kutsanırken, bazıları “fabrika çiftliği” koşullarında bir “kaynak/meta” gibi değerlendirilir. Örneğin, kentli ve yüksek gelir gruplarının evlerinde konfor içinde yaşayan bir kedi veya köpek ile endüstriyel çiftliklerde kafeslere tıkılmış yüzlerce tavuk, “evcil” çatısı altında bambaşka kaderleri paylaşır. Dolayısıyla “evcil” sıfatı, hayvanların yaşadığı koşullara ve insandan gördükleri muameleye ilişkin tek başına yeterli bir gösterge sunmaz.

Tarihsel süreçte evcilleştirme, genellikle Neolitik Dönem ile (MÖ 10.000 – 8.000 arası) ilişkilendirilir. Bu dönemde insan toplulukları, bitkileri ve insan olmayan hayvanları sistemli biçimde “kültürelize ederek” -bir diğer deyişle “kültüre alarak”- besin kaynaklarını ve özünde kendini güvence altına almaya başlamıştır. Her ne kadar Neolitik Dönem dendiğinde akla ilk olarak bitkilerin evcilleştirilmesi, yani tarıma geçiş gelse de insan olmayan hayvanların eşzamanlı olarak insan kontrolüne alınması da bu dönüşümün kritik bir parçasıdır. Juliet Clutton-Brock (1999) gibi birçok araştırmacı, evcilleştirmeyi insanlığın medeniyete doğru attığı ilk büyük adım olarak yorumlar, fakat Jared Diamond (1997) gibiler ise tam aksine, evcilleştirme sürecinin tarım ürünleri fazlasını artırarak toplumsal eşitsizlikleri ve doğaya hükmetme anlayışını güçlendirdiğini ileri sürer. İnsan olmayan hayvanların “vahşi” formlardan “evcil” hâle evrilmesi, yalnızca biyolojik bir dönüşüm değil, aynı zamanda insanmerkezli bir dünya görüşünün giderek derinleşmesidir. Dolayısıyla “evcilleştirmek”, bir bakıma “itaat ettirmek” veya “insan türünün düzenine boyun eğdirmek” gibi örtük anlamlar barındırır.

Bu makalede, evcilleştirme pratiği ve “evcil hayvan” kavramını, insana odaklanan geleneksel anlatıların ötesinde, daha eleştirel bir gözle mercek altına alacağız. Öncelikle, evcilleştirmenin tarihte nasıl ortaya çıktığına ve hangi toplumsal süreçlerle iç içe geliştiğine bakacağız. Bu noktada, “karşılıklı fayda” anlayışının ötesinde, insan olmayanın bedeninin ve davranışlarının insan çıkarları doğrultusunda nasıl yeniden yapılandırıldığına işaret edeceğiz. Ardından “evcil hayvan” ifadesinin, hangi sosyokültürel ön kabullerle beslendiğini tartışacağız. Bunun nedeni, bu ifadenin çoğu zaman masum görünen bir betimleme olsa da insana “evin efendisi” veya “doğanın hâkimi” rolünü atayarak türlerarası eşitsizliği normalleştirmesidir.Günümüzde kentleşme, pet sektörünün büyümesi, egzotik türlerin ticareti ve sokakta yaşayan hayvanlara dair politikalar, evcilleştirme pratiğinin farklı yönlerini oluşturur. Bu durum, insan olmayan hayvanların özerkliğinin ne ölçüde zedelendiği ve insan-merkezci dünya görüşünün nasıl pekiştiği sorularını gündeme getirir. Okuduğunuz metin bu tarihsel, kavramsal ve toplumsal katmanları ele alarak, “evcil hayvan” söyleminin arka planını sorgulamayı hedefliyor. Mevcut literatüre eleştirel bir gözle yaklaşırken, sosyoloji, arkeoloji, felsefe ve antropoloji gibi disiplinlerden beslenen farklı bakış açılarına da değiniyor. Keza evcilleştirme, yalnızca evrimin veya tarım teknolojisi alanına sıkışmayan, iktidar, mülkiyet, kentleşme ve ekoloji gibi pek çok alanın kesişiminde konumlanan çok yönlü bir fenomendir. Bu çok yönlülüğü kavramak, “hayvan özgürlüğü” veya “alternatif yaşam pratikleri” gibi yeni soruları da kaçınılmaz olarak gündeme getirecektir.

Evcilleştirmenin Tarihsel Sürecine İlişkin

Lascaux Mağarası - Fransa I Evcilleştirme Kavramı
Lascaux Mağarası – Fransa

Daha önce de belirttiğimiz gibi evcilleştirme denildiğinde genellikle akla Neolitik Dönem gelir. Bu dönem, Melinda Zeder’in (2012) aktarımıyla, insan topluluklarının yerleşik yaşama geçerek bitkileri ve hayvanları sistemli biçimde “kültüre almaya” -veya diğer bir deyişle ıslah etmeye- başladıkları bir süreçtir. Bir yandan tahılların, sebzelerin ve meyvelerin yetiştirilmesiyle gıda güvenliği artarken, diğer yandan hayvanların benzer bir evcilleştirme sürecine tâbi tutulması, insan türüne önemli avantajlar sağlamıştır. Avcılık ve toplayıcılığa kıyasla daha istikrarlı besin kaynakları elde eden yerleşik toplumlar, insan olmayan hayvanların “vahşi” niteliklerini törpüleyecek çeşitli yöntemler geliştirmiştir. Seçici yetiştirme (selective breeding) ve kapatma (confinement) gibi müdahaleler, insan olmayan hayvanların davranış ve biyolojilerini insanın ihtiyaçlarına uyarlamaya yöneliktir. Sonuç olarak, “evcilleştirme” bir türün yalnızca biyolojik dönüşümünü değil, yaşam döngüsünün insana bağımlı hâle gelmesini ifade eder.

Köpeklerin evcilleştirilme süreci, bu durumu en iyi örnekleyen vakalardan biridir. James Serpell’e (1995) göre, kurt atalarının insan yerleşimlerine yakın yerlerde yiyecek bulmaları, insanın bu canlıların koruyucu ve avcı niteliklerinden yararlanmasıyla “karşılıklı fayda” olarak görülen bir ilişki doğurmuştur. Nesiller boyunca uygulanan seçici yetiştirme, zamanla asimetrik bir denetim mekanizmasına evrilmiş, kurtların köpeğe dönüşümünü hızlandırmış ve nihayetinde itaatkâr ve insan yakınlığından hoşlanan ırkları ortaya çıkarmıştır. Bu dönüştürme pratiği, Zeder’in (2012) altını çizdiği gibi, “hayvanın içgüdülerinin kontrol altına alınması” anlamına gelir. Bu durum, doğal bir evrim sürecinin parçası olsun veya olmasın, insanın bilinçli yönlendirmesiyle belirlenmiş bir adaptasyon olduğu kaçınılmaz bir gerçektir.

Koyun, keçi, sığır ve domuz gibi türlerin evcilleştirildiği süreçte de benzer bir tablo görülür. Bu hayvanların üreme, beslenme ve yaşam alanlarını yönlendiren insan, yüksek süt verimi, hızlı büyüme veya uysal karakter gibi avantajlı özellikleri öne çıkararak kendi çıkarlarına uygun ırklar geliştirir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Diamond (1997) gibi kimi tarihçiler, insan olmayan hayvanların bu şekilde “ıslah edilmeye” başlandığı dönemde tarımsal üretimin ve yerleşik toplumların büyümesinin yanı sıra köleliğin, sınıf ayrımlarının ve doğaya hükmetme anlayışının güçlendiğini iddia eder. Artık insan türü, doğayı ve diğer türleri kendi egemenliği altına alacak şekilde örgütlenmekte, yerleşik toplumlarda mülkiyet ilişkileri güçlenmektedir. İnsan olmayan hayvan, bu mülkiyet ilişkisinin kritik bir nesnesine dönüşmüştür. Sürünün büyüklüğü, kabile veya köyün zenginliğini yansıtır; insan olmayan hayvanların hareket özgürlüğü, üreme takvimi ve hatta yaşam süresi insanların kararlarına bağlanır. Tarımsal gelişmeler ilerledikçe, hayvanlar yalnızca et ya da süt kaynağı değil, aynı zamanda toprağı sürmek, yük taşımak ve askerî güç sağlamak için kullanılan “araçlar” hâline gelir. Örneğin, Juliet Clutton-Brock’a (1999) göre, evcilleştirilen atların hızı ve dayanıklılığı, imparatorlukların yayılmasında ve savaş stratejilerinde belirleyici olmuştur. Bu açıdan bakıldığında evcilleştirme, yalnızca ekonomik değil, siyasal ve askerî boyutları da olan bir süreçtir. 

Neolitik Dönemin ardından gelen yüzyıllarda, farklı coğrafyalarda evcilleştirme pratikleri çeşitlense de özünde insan olmayan hayvanın insan hizmetinde dönüştürülmesi fikri devam etmiştir. Süt üreten inekler, yün sağlayan koyunlar, yumurta veren tavuklar, yük taşıyan eşekler, tarlayı süren öküzler… Her biri, insanların toplumsal düzeninde bir üretim faktörü hâline gelir. Endüstrileşmenin artışıyla bu süreç, “fabrika çiftliği” adı verilen endüstriyel sistemlere evrilir. Artık insan olmayan hayvanlar açık meralarda serbestçe dolaşmak yerine kapalı alanlarda seri üretime tabi tutulur. Hızlı büyüyen, kısa sürede kesime giden, yüksek verimli türler geliştirilir. Peter Singer’ın (1975) işaret ettiği gibi, bu aşama “hayvan bedeninin büsbütün metalaştığı” bir dönemdir. Doğal davranış paternleri kısıtlanan hayvan, kâr maksimizasyonu mantığına göre dizayn edilen dar ve stresli ortamlarda yaşamak zorunda kalır.

Bu tarihsel perspektiften bakıldığında, popüler anlatıların “insanla hayvanın dostluğu” şeklinde romantize ettiği evcilleştirme süreci, gerçekte insan türünün tahakküm gücünün belirleyici olduğu bir dönüşümdür. İnsan, diğer türlerin varlığını, hatta genetik yapısını değiştirecek kadar kapsamlı bir müdahalede bulunur. Farklı coğrafyalarda “evcilleştirilen” türler, özgün ekolojik yaşam alanlarından koparılarak insanın işlettiği toprakların veya endüstriyel tesislerin parçası hâline gelir. Bu bakımdan evcilleştirme, basitçe teknik bir yenilik veya üretim devrimi değil; doğaya hükmetme, mülkiyet edinme ve toplumun iktidar ilişkilerini pekiştirme sürecidir. Dolayısıyla insan olmayan hayvanın “evcilleşmesi”, bir ölçüde insanın “efendileşmesi” ile el ele yürür.

Agriculture In The Neolithic Era - ©Science Photo Library
Agriculture In The Neolithic Era – ©Science Photo Library

Bu tarihsel çerçeve, evcilleştirmenin farklı coğrafyalarda nasıl şekillendiğini ve insanın insan olmayan hayvan üzerindeki tahakküm biçimlerini ortaya koymaktadır. Elbette, evcilleştirmenin tam olarak nerede, hangi türlerle ve nasıl başladığına dair akademik tartışmalar devam etmektedir. Neolitik Dönemin hangi aşamasında tarımın, insan olmayan hayvanların evcilleştirilmesine öncülük ettiği veya bu iki sürecin eşzamanlı mı ilerlediği, arkeolojik bulgular ve genetik araştırmalar ışığında hâlâ güncel bir araştırma konusudur. Bu metinde, ayrıntılı kronolojik tartışmalara girmeksizin, evcilleştirmenin insanın doğayla kurduğu iktidar ilişkileriyle iç içe geçmiş çok boyutlu bir süreç olduğunu vurgulamaya çalıştık. Şimdi, bu sürecin modern dünyada “evcil hayvan” ifadesiyle nasıl anlam kazandığına ve bu ifadenin barındırdığı kültürel, ekonomik ve ideolojik kodlara daha yakından bakacağız.

Evcil Hayvan Kavramı ve Ekonomik-Kültürel Kodlar

Modern toplumlarda “evcil hayvan” dendiğinde, çoğu zaman kedi, köpek veya kuş türleri gibi insanla aynı yaşam alanını paylaşan türler akla gelir. Bu ifade, ilk bakışta sevecen ve masum bir niteleme gibi görünür. Oysa kavram, derinlemesine incelendiğinde, insan olmayan hayvanı insanın duygusal, kültürel ve hatta ticari ihtiyaçlarına göre konumlandıran bir dizi kodu da beraberinde getirir. Özellikle kentli yaşamda kedi ve köpek, “arkadaş”, “dost” veya “aile üyesi” olarak görülüp korunaklı ev ortamında beslenir. Bu “yakınlık” algısı, devasa bir pet/evcil hayvan ekonomisini de mümkün kılar: Veteriner hizmetlerinden mama endüstrisine, “pet oteli” gibi yeni sektörlerden lüks aksesuar satışına kadar uzanan geniş pazar, “evcil hayvana” atfedilen değeri ekonomik faydaya dönüştürür. Hayvanın “evin içinde” olması, bir yandan insana manevi tatmin (sevgi, aidiyet duygusu vs.) sağlarken öte yandan statü veya prestij unsuru olarak işlev görebilir.

Evcilleştirme Kavramı

Öte yandan insan ve insan olmayan hayvanın aynı evi paylaşması, sadece insanın koşullarına bağlı bir tahakküm biçimi olmaktan ibaret değildir. Antropolog Semra Özlem Dişli (2022), Ankara’da kedi ve insan arasındaki ilişkileri incelediği çoktürlü etnografisinde, “birlikte yaşama” kavramının nasıl karşılıklı uyum ve uzlaşma üzerine kurulu olduğunu vurgular. Ona göre, kediler tıpkı insanlar gibi birer “fail” veya “özne” konumundadır; evin düzenlenişinden gündelik ritüellere kadar pek çok pratik, insan ile insan olmayan hayvan arasında ortak kararlarla şekillenir. Bu bakış, “evcil hayvan” deneyiminin sadece romantik dostluk veya mutlak tahakküm söylemine indirgenemeyeceğini, iki tarafın da birbirini dönüştürdüğü daha karmaşık bir ilişkiyi işaret ettiğini gösterir.

Buna karşın hukuki ve pratik anlamda aynı şekilde evcilleştirilmiş sığır, koyun veya tavuk gibi türler, fabrika çiftliklerinde çoğu zaman yalnızca “üretim hayvanı” olarak değerlendirilir. Burada duygu veya yakınlık yerine “meta değeri” öne çıkar. Böylece insanın insan olmayan hayvanla kurduğu ilişki, “ekonomik çıkar” ile “duygusal bağ” arasında bölünmüş hâlde karşımıza çıkar. Kediler ve köpekler büyük ölçüde sevgi nesnesi kabul edilirken, tavuk veya sığır gibi türler seri üretim sistemlerinde metalaştırılır. Nihayetinde aynı evcilleştirme pratiğinden doğan canlılar, toplumun kültürel ve ekonomik kodları doğrultusunda bambaşka kaderlere sürüklenir.

Toplumsal ve coğrafi farklılıklar, “evcil hayvan” kavramını çeşitli biçimlerde yeniden üretir. Çin gibi ülkelerde köpek eti tüketilebilirken başka toplumlarda bu düşünce şiddetle reddedilir. Benzer biçimde, domuz eti bir yerde temel bir besin kaynağı iken başka bir yerde yasak veya tiksindirici bulunur. Aynı şekilde, egzotik türlerin “evde beslenmesi” pek çok yerde statü veya “farklılık” arayışının göstergesi sayılırken, o canlının doğal ortamına uzaklaştırılması, refahı açısından etik sorunlar doğurur. Bu örnekler, “evcil hayvan” etiketinin evrensel bir anlama sahip olmadığını, aksine kültürel normlara göre esneyen bir söylem olduğunu açıkça gösterir.

Bir diğer önemli nokta, “sahiplik” boyutudur. “Evcil hayvan” kavramı, genellikle o hayvanın bir sahibi olduğunu, bu sahiplik üzerinden kimlik kazandığını varsayar. Hukuki düzenlemelere göre insan olmayan hayvanlar çoğunlukla “mal” statüsünde değerlendirilir. Kedi veya köpek, kimlik belgesi düzenlenebilecek aileden biri gibi görülebilse bile yasal açıdan sahibine ait bir mülktür. Bu durum, hayvan refahı konusunda sorumluluk hissini güçlendirebildiği gibi, kötü muamele veya sokağa atma vakalarını da kolaylaştırabilir. Nihayetinde evcil hayvanın yaşam koşulları, büyük ölçüde insanın ekonomik gücüne, özenine ve keyfî kararlarına bağlıdır.

Kentleşmenin yoğunlaştığı yerlerde ise sokakta yaşayan insan olmayan hayvanlar, bu sahiplik ilişkilerinden “kopmuş” veya “dışlanmış” canlılar olarak gündeme gelir. Barınak uygulamaları, kısırlaştırma politikaları veya “sahiplendirme” kampanyaları gibi çeşitli mekanizmalar, evcilleştirilmiş ama “aileye dahil edilmemiş” bu insan olmayan hayvanların kontrolüne yönelik farklı yaklaşımları yansıtır. Bazı kentlerde toplumsal dayanışma ve gönüllü destekle insan olmayan hayvanların bakımı üstlenilirken, başka örneklerde “sorun” olarak görülen insan olmayan hayvanların itlaf edildiği vakalarla karşılaşılır.

Sonuç olarak “evcil hayvan” kavramı, yalnızca sevimli bir dostluk hikâyesini değil, aynı zamanda insan olmayan hayvanın özerkliğini sınırlandıran ve insanın ihtiyaçlarını önceleyen bir dünyayı imler. Antropolog Dişli’nin altını çizdiği “birlikte yaşama” ve “uzlaşma” vurgusu, insan olmayan hayvanların insanla aynı mekânı paylaştığında bir özne olarak hareket edebildiğini, evi ve gündelik yaşamı dönüştürebildiğini akılda tutmayı önerir. Böylece “evcil” söylemi, bir yandan ticari, hukuki ve ideolojik yönleriyle kâr veya sahiplik ilişkilerini güçlendirirken öte yandan insan ve diğer tür hayvan birlikteliğinin mümkün kıldığı karşılıklı değişim ve yakınlığı da içinde barındırır. Bu çelişkili tablo, insan olmayan hayvana duyulan sevgi ile onu bir mülke indirgeyen hukukî bakışın aynı anda var olabildiği bir toplumsal düzene işaret eder. Dolayısıyla evcilleştirmenin tarihsel ve toplumsal boyutu, yalnızca insana fayda sağlama veya diğer türlerle sevgi bağları kurma hikâyesi değil; aynı zamanda ekonomik, ideolojik ve mekânsal uzlaşmaların iç içe geçtiği çok yönlü bir sürecin adıdır.

Ontolojik Perspektif: İnsan ve Öteki Ayrımı Üzerinden Evcilleştirme

Evcilleştirme pratiğinin sadece tarihsel, ekonomik ya da kültürel boyutlarını değil, aynı zamanda varoluşsal (ontolojik) sonuçlarını ele almak, insanın insan olmayan hayvan üzerindeki tahakkümünün ne denli köklü ve kapsayıcı bir müdahale olduğunu anlamak bakımından kritiktir. Felsefi düzlemde “varlık” tartışmaları genellikle “insan” kategorisinin nasıl tanımlandığı ve “hayvan”ın bu çerçevede nereye konumlandığı soruları etrafında döner. Modern Batı düşüncesinde yaygın olan yaklaşım, insanı ayrıcalıklı bir varlık olarak kurgularken, insan olmayan hayvanı “özne” statüsünden dışlayan bir hiyerarşi doğurmuştur. Evcilleştirme tam da bu hiyerarşiyi somut pratiklere büründürür: İnsan, insan olmayan hayvanın genetiğini, davranışlarını ve gündelik yaşamını kendine faydalı olacak şekilde değiştirme yetkisine sahipmiş gibi hareket eder.

Martin Heidegger (1962), Varlık ve Zaman eserinde, insanı “Dasein” olarak konumlandırırken, insan olmayan hayvanı “dünyaya yoksun” (“weltarm”) bir varlık olarak betimler. Bu bakış, insanın diğer türlerle arasındaki -dünyayı alımlama açısından- ayrımın/kopuşun bir kez daha insanlar lehine yeniden üretilmesi anlamına gelir. Modern felsefe akımlarının birçoğunda yankı bulan bu anlayış, insana insan olmayan hayvanın varoluşunu düzenleme veya dönüştürme gücünü meşru kılan bir zemin sunar. Evcilleştirme kavramı, söz konusu yaklaşımın ete kemiğe büründüğü bir pratik olarak, insan olmayan hayvanın “yoksun” olduğu kabul edilen dünyasını insanın kurgusuna göre biçimlendirmeye dayanır. Giorgio Agamben (2004), The Open: Man and Animal adlı eserinde, insanla insan olmayan hayvan arasındaki ayrımın biyolojik olmaktan ziyade ontolojik ve politik bir makine tarafından üretildiğini ileri sürer. Onun “antropolojik makine” dediği bu mekanizma, insan olmayan hayvanı insanın mutlak efendiliği altında konumlandırır. Evcilleştirme ise bu makinenin işleyişini gözler önüne koyar: İnsan, insan olmayan hayvanın ötekiliğini dilediği biçimde biçimlendirir, onu ehlileştirmekle kalmaz, genetik ve davranışsal özelliklerini de denetleyerek “evcil” adı altında bağımlı bir konuma iter.

Bu insanmerkezli tahakküme Jacques Derrida (2008) bambaşka bir açıdan yaklaşır. The Animal That Therefore I Am metninde, insan olmayan hayvanın -özellikle de banyoda karşılaştığı kendi kedisinin- insana baktığı o anın felsefi önemine vurgu yapar. Derrida’ya göre, insanın konforlu özdeşlik duygusu, insan olmayan hayvanın bakışı geri döndüğü anda çatlamaya başlar, çünkü o bakış, insan olmayan hayvanın da bir özne olduğunu, kendi failliği ve duyumsal dünyasıyla insana karşılık verdiğini hatırlatır. Evcilleştirme, bu bakışı kontrol altına alma veya görmezden gelme niyetinin bir yansımasıdır. İnsanın “her şeyi bilen ve düzenleyen” konumu, insan olmayan hayvanın öznelliğini bastırır; oysa insan olmayan hayvanın bakışı geri döndüğünde, insanın kendini mutlak efendi olarak konumlandırmasına meydan okuyabilecek bir soru işareti belirir. Bu meseleyi modern iktidar ve yönetme teknikleri çerçevesinde düşündüğümüzde, Michel Foucault’nun “biyopolitika” kavramı ufuk açıcı olur. İnsan toplumlarında bedenlerin ve yaşamın sistematik biçimde yönetilmesine odaklanan biyopolitika, evcilleştirme pratiğinde insan olmayan hayvanın doğumdan ömrünün sonuna dek hangi koşullarda yaşayacağını belirleyen biyopolitik bir güç biçimine dönüşür. Fabrika çiftliklerinden laboratuvarlara, apartman dairelerinden sokaklara uzanan sayısız düzenlemede, insan olmayan hayvanın yaşamı insanın ihtiyaç, arzu veya kâr beklentisine göre kurgulanır. Böylece insan olmayan hayvanın öznelliği ve varoluşu, insanca çizilmiş bir çerçevenin içine hapsedilir. 

Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin (1987) A Thousand Plateaus eserinde ortaya koydukları “becoming-animal” kavramı, insan ve insan olmayan hayvan ilişkilerini durağan kimliklerden ziyade akışkan ve yaratıcı potansiyeller olarak yorumlar. Buna göre, insan ve insan olmayan hayvan, Antropolog Dişli’nin de hane içerisindeki ilişkiye dair farklı bir biçimde ifade ettiği gibi- sabit iki kutup değil, “dönüşüm hatları” üzerinden etkileşen varlıklardır. Oysa evcilleştirme bu akışların büyük kısmını insan menfaati doğrultusunda tek yönlü bir müdahaleye çevirir. İnsan olmayan hayvanın “mümkün formları”, çoğu zaman insana uyum sağlayacak şekilde daraltılır; böylece özgür bir ortaklaşma değil, görece “uysal” bir birliktelik hâkim olur. Varoluşsal düzlemde bu tek yönlü müdahale, Rosi Braidotti’nin (2013) sözünü ettiği “posthümanist” çerçevede sorgulanmaya değerdir. Braidotti’nin “zoe-merkezli” etik anlayışı, insanı insan olmayan hayvanlarla ve tüm ekosistemle iç içe var olan bir çoklu ağın parçası olarak görür. Bu bakış açısı, insanın insan olmayan hayvana müdahalesini yalnızca teknik veya ekonomik bir tercih olmaktan çıkarır; ontolojik ve ahlâkî bir sorumluluğun konusu hâline getirir. Seçici yetiştirme sonucu sağlıksız bedenlere sahip ırkları üretmek, egzotik türleri doğal yaşam alanlarından koparıp evlerde sergilemek veya endüstriyel koşullarda insan olmayan hayvan bedenini birer “et-süt-yumurta makinesi”ne indirgemek gibi pratiklerin her biri, insanın doğa karşısındaki hükümranlık iddiasını yeniden üretir ve aynı zamanda yerinden edilmesi zor bir varoluşsal hiyerarşiyi pekiştirir.

Tüm bu farklı felsefi yaklaşımların ortaklaştığı nokta, evcilleştirmenin insan ile insan olmayan hayvan ilişkilerini yalnızca pratik veya fonksiyonel düzeyde etkilemekle kalmayıp, insanın kendi konumu ve ötekiyle kurduğu bağın ontolojik anlamını yeniden inşa ettiğidir. Evcilleştirme, insana “doğanın efendisi” rolünü benimsetirken, insan olmayan hayvana “evcilleşmiş”, yani insanın kontrolüne tabi kılınmış bir kimlik atfeder. Heidegger’in “dünya-yoksunu” söylemi, Agamben’in “antropolojik makinesi”, Derrida’nın “hayvanın bakışı” ve Foucault’nun “biyopolitikası”, bu kimliğin inşasındaki farklı boyutlara işaret eder. Deleuze ve Guattari’nin bahsettiği “hayvana dönüşme” imkânı ise özneler arası etkileşimde henüz keşfedilmemiş yaratıcı kanalları hatırlatır, fakat evcilleştirme büyük ölçüde bu özgürleşme ihtimallerini bastırır.Sonuçta, evcilleştirme yalnızca insan olmayan hayvanı bir üretim kaynağı veya dost canlısı olarak işlevselleştiren teknik bir aşama değil; insanın doğaya dair iddialarını derinleştiren, ahlâkî ve ontolojik bir eylem hâline gelir. Bu eylemde insan, insan olmayan hayvanın varoluşunu kendi merceğinden yeniden tanımlar ve onu türsel özerkliğinden, hatta zaman zaman biyolojik bütünlüğünden mahrum bırakır. Bu yüzden, insan olmayan hayvanın ontolojik konumunu sorgulamak, evcilleştirme tarihi boyunca kurulmuş ve hâlâ devam eden türler arası hiyerarşiye, iktidar ilişkilerine ve etik sorumluluklara yakından bakmayı zorunlu kılar. Böyle bir sorgulama, yalnızca felsefi bir merak değil, aynı zamanda ekolojik sürdürülebilirlik ve toplumsal adalet gibi güncel sorunlar açısından da kritik önem taşır. Evcilleştirme denen pratik, sonuçta hem insan olmayan hayvanın ontolojisini hem de insanın varoluşsal tercihlerini belirleyen çok katmanlı bir deneyimdir.

Sonuç Yerine

Bu metin boyunca, evcilleştirmenin salt “dostluk” veya “karşılıklı fayda” zemininde okunamayacak ölçüde çok katmanlı bir dönüşüm olduğunu gördük. Hem tarihsel süreç hem de modern pratikler, insan türünün doğa üzerindeki egemenlik iddiasını, insan olmayan hayvanların genetiğinden davranış kalıplarına dek uzanan bir tahakküm biçimiyle gerçekleştirdiğini ortaya koymaktadır. Bir yandan kedilerle, köpeklerle veya diğer türlerle kurduğumuz yakın ilişki, duygusal bir bağ ve “birlikte yaşama” pratiğiyle öne çıkar. Diğer yandan endüstriyel çiftliklerde veya farklı coğrafi bağlamlarda, yine “evcil” diye anılan canlılar, katı bir sömürü düzeni içinde meta değeri üzerinden değerlendirilir. Böylece evcilleştirme, sadece teknik bir ilerleme yahut tarımsal bir devrim olmaktan çok, doğaya hükmetme arzusunun ve toplumsal iktidar ilişkilerinin farklı cephelerine ayna tutan bir olgu haline gelir.

Bu noktada, insanın “evcil hayvan” olarak gördüğü canlıyla nasıl bir ilişki kurduğunu tekrar sorgulamak önemlidir. Acaba evde bize arkadaşlık eden kedi veya köpeğin “doğal” yaşam haklarını ne kadar gözetiyoruz? Özellikle “birlikte yaşama” ve “uzlaşma” gibi kavramlar, insan olmayan hayvanın da bir fail olarak görülmesiyle mümkün hâle gelir. Dolayısıyla “sevgili yoldaş/dost” olarak benimsediğimiz varlığı, aynı zamanda mülkiyet, denetim ve kâr odaklı pratiklerin nesnesine dönüştüren insanmerkezli bakış açısını ne kadar dönüştürebiliyoruz? Çoğu zaman göz ardı ettiğimiz bu çelişki, aynı tür içinde farklı kaderler yaratarak türler arası bir hiyerarşiyi meşrulaştırır.

Bu metin, evcilleştirmenin köklerini ve güncel yansımalarını tartışmaya çalışırken, okuru kendi gündelik deneyimine eleştirel bir pencereden bakmaya davet etmektedir; keza “evcil hayvan” kavramının ardındaki ekonomik, ideolojik ve kültürel kodlar, insan olmayan hayvanın özerkliğini ne ölçüde kısıtladığımızı görmemizi sağlar. Bu farkındalık, yalnızca bireysel tutumları değiştirmekle kalmayıp, ekolojik sürdürülebilirlik, hayvan hakları ve toplumun geleceğine dair daha geniş sorumluluklar üstlenmeyi gerektirir. Kişisel düzeyde kedi veya köpeğimize gösterdiğimiz özen, sadece “sevgi” söylemiyle sınırlı kalmazsa, türler arasındaki hiyerarşik düzeni sorgulayan ve dönüştüren bir çaba olarak anlam kazanabilir. Böylelikle “evcilleştirme” hakkındaki yerleşik düşüncelerimizi sarsmak ve ortak yaşam pratiğimizi yeniden kurgulamak mümkün olacaktır.

Kapak Fotoğrafı: Painting of herdsmen and cattle, Tassili-n-Ajjer, Algeria.

Referanslar:

Agamben, G. (2004). The open: Man and animal (K. Attell, Trans.). Stanford University Press. 

Berger, J. (1980). Why look at animals? In J. Berger (Ed.), About looking (pp. 3–28). Pantheon Books.

Braidotti, R. (2013). The posthuman. Polity Press.

Clutton-Brock, J. (1999). A natural history of domesticated mammals (2nd ed.). Cambridge University Press.

Deleuze, G., & Guattari, F. (1987). A thousand plateaus: Capitalism and schizophrenia (B. Massumi, Trans.). University of Minnesota Press. 

Diamond, J. (1997). Guns, germs, and steel: The fates of human societies. W. W. Norton & Company.

Derrida, J. (2008). The animal that therefore I am (M.-L. Mallet, Ed.; D. Wills, Trans.). Fordham University Press.Dişli, S. Ö. (2022). “BİRLİKTE YAŞAMA”: ANKARA’DA KEDİLER VE İNSANLAR ÜZERİNE ÇOKTÜRLÜ ETNOGRAFİ. Ankara Üniversitesi Dil Ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 62(2), 1657-1690. 

Foucault, M. (1977). Discipline and punish: The birth of the prison (A. Sheridan, Trans.). Pantheon Books. 

Heidegger, M. (1962). Being and time (J. Macquarrie & E. Robinson, Trans.). Harper & Row. 

Serpell, J. (1995). The domestic dog: Its evolution, behaviour and interactions with people. Cambridge University Press.

Singer, P. (1975). Animal liberation. Avon Books.

Zeder, M. A. (2012). Pathways to animal domestication. In G. Bräuer & A. Rosen (Eds.), The origins of agriculture (pp. 227–259). University of California Press.

İlginizi Çekebilir!
Şehir Kime Ait: Henri Lefebvre’in Şehir Sosyolojisi