Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır
Değişen bir dünyaya karşı
Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakır dikenleri gibi susuz
Kayıtsızca direnerek yaşarlar.
Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
İnsalık durumlarını, toplumsal ve varoluşsal sorunları sosyo-politik manzaralardan yararlanarak etkileyici gözlem yeteneğiyle anlatan Türk şair ve yazar Şükrü Erbaş’ın büyük yankı uyandıran ve eleştirilere de maruz kalan ‘Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?’ şiiri toplumsal kötülüğü gözler önüne serer. Toplumdaki kötülükler, sapkınlıklar köylülerden mi kaynaklanmaktadır diye düşündürür. Şükrü Erbaş, bu şiiri topluma bir ayna tutmak, kırsal nüfusa yönelik yerleşik alışkanlıklar ve tutumlar üzerine düşünmeye davet etmek için yazmıştır. Erbaş, köylülerin eğitim eksikliklerini, buna devlet tarafından kayıtsız kalınmasını eleştirirken bir yandan da neden birinin köylüleri mecazi olarak “öldürmesi” gerektiğini sorusu üzerinden, geleneksel yaşam tarzlarını, kültürleri ve değerleri ayaklar altına alan hakim modernleşme eğilimlerini de eleştirir. Şükrü Erbaş, ilerlemenin maliyetini ve bundan gerçekten kimin faydalandığını sorgulayarak daha kapsayıcı bir kalkınma planını savunur. Kentsel seçkinler ile kırsal halk arasındaki sosyal ve ekonomik eşitsizliği vurgulayan şiir, 1994 yılında yayınlandıktan sonra dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, şiirin toplum tarafından yanlış anlaşılabileceğini ve toplumda kutuplaşmalara yol açabileceği nedeniyle şiiri eleştirir. Dönemin eleştirmenlerinden bazıları da, Erbaş’ın daha az kışkırtıcı bir başlık seçebileceğini savunmuştur. Şiirin kışkırtıcı girişiyle asıl anlatmak istediğini gölgede bırakabileceğini ve şairin toplumsal düşünme ve değişime yönelik gerçek çağrısından dikkati uzaklaştırabileceğini düşünenler de olmuştur.
Çünkü onlar karılarını döverler
Seslerinin tonu yumuşak değildir
Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.
Gazete okumaz ve haksızlığa
Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.
Şükrü Erbaş’ın “Köylüleri Neden Öldürmeliyiz” adlı şiiri basit şiirsel ifadenin ötesindedir. Toplumsal çerçevenin derin bir şekilde anlaşılmasını sağlayarak, aslında köylülerin fedakarlıklarına ve sessiz asaletine de dikkat çeker. Şükrü Erbaş’ın şiirinde eleştirdiği kesimin köylü sınıfı olmadığı şiirin başından sonuna dek açıktır. Erbaş, köylüler üzerinden ironik bir üslupla toplumun cahil kesimini ağırkanlı, aptal ve kaba olmakla, kolaylıkla yalan söylemekle haksızlığa sadece kendileri uğrayınca seslerini çıkarmakla, yardım etmemekle, çocuklarını iyi yetiştirmemekle, yerlere tükürmekle yalnızca alkol alınca ağlamakla ve dünyanın gelişimine hiçbir katkı sağlamamakla suçlamaktadır.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar ilk akışamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşlerini, ekinlerini yeşertirse severler.
Şükrü Erbaş, şiirine gelen eleştiriler üzerine şöyle bir açıklama yapar.
Ben kaba bir dünyada yaşamak istemiyorum. Benim geleceğimi ufukları eşiklerinden öteye varamayanlar belirlesin istemiyorum. Bencilliğinden başka erdemi olmayan insanların dünyamıza iyilik ve güzellik katacağına inanmıyorum. Felsefeyi, sanatı, bilimi bilmeyen, küçümseyen; dinini mülke; mülkünü dine dönüştüren insanları sevmiyorum. Ne yazık ki ülke, tenha kasabalardan ışıklı kentlere kadar, bu düzeysizliğin egemenlik alanı haline geldi.
Köylüleri söyleyin nasıl
nasıl kurtaralım?
Şiirde bahsedilen köylüleri öldürmekten kasıt, köylü düşünceleri, köylü zihniyetini, köylü cehaletini öldürmektir. Ancak öldürmek aslında bu şiirde onları kendilerinden kurtarmaktır ki bu nedenle de Şükrü Erbaş şiiri, köylüleri nasıl kurtaralım sorusuyla bitirir. Şiir, toplumsal değerleri ve sorumlulukları yeniden gözden geçirmeye zorlar, topluma bir ayna tutar. Çünkü toplumsal kötülük ancak şiirde köylüler olarak ifade edilen cehaleti öldürmekle yok edilebilir. Bu nedenle de köylüleri kurtarmak için köylüleri öldürmek gerekir.
Kötülükte Kültür Etkisi ve Görüşler
Kötülük kavramı yüzyıllardır tartışılan bir kavramdır. Bu tartışmanın merkezinde kötülüğün nesnel bir fenomen mi olduğu yoksa kişisel, kültürel veya toplumsal görüşlerle şekillenen öznel bir yapı mı olduğu yatmaktadır. Kötülük, toplumların kültürlerine göre değişkenlik gösterir. Bir toplumda kötülük olarak kabul edilen bir davranış bir başka kültürde normal görülebilir.
Platon, kötülüğün iyiliğin eksikliği durumu olduğunu ileri sürer. Dolayısıyla kötülük, iyiliğin bir derecesidir. Aynı mantık doğrultusunda iyilik de kötülüğün bir derecesidir. Kötülük nesnel bir olgu değildir bir dengesizlik durumudur. Mağara alegorisinde Platon, birçok kişinin gölgeleri gerçeklikle karıştırarak cehalet halinde yaşadığına olan inancını dile getirmiştir. Aslında bu metafor, bilgi ve anlayış eksikliğinin insanların kötülüğü algılamasına ve sürdürmesine nasıl yol açabileceğini de vurgular. Toplumsal olarak da aynı şekilde toplumun kötülük olarak atfettiği olgular aslında kendi değerlerine, anlayışlarına uymayan davranışlardır. Ancak aynı davranış, kendi değerlerine uyan bir toplum için artık bir kötülük olmayacaktır.
Her ne kadar Alman filozof Kant’a göre hem duyular dünyasına (fenomenal) sahip, hem de anlama yetisi dünyasına (numenal) sahip, rasyonel bir varlık olmasından kaynaklanan ikili doğası nedeniyle insan, kötülüğe yatkın olsa da kötülük bireysel olduğu kadar toplumsal da bir sorundur. Ancak kötülüğün bazı toplumlarda özellikle ortaya çıktığı da açıktır. Bu noktada kötülüğün o toplum tarafından öğrenilip bir alışkanlığa mı dönüştüğü yoksa o milletin genlerinde mi bulunduğu sorusu Chicago Okulu sosyologlarının da araştırdığı bir konu haline gelmiştir. Chicago Üniversitesi’ndeki sosyologlar, kötülüğün kolayca tanımlanabilen veya tekdüze anlaşılabilen bir terim olmadığını kabul ederek, kötülüğün açıklamasına çok yönlü bir mercekten yaklaşmıştır. Araştırmaları, bireyleri veya grupları toplumsal standartlara göre ‘kötü’ olarak kabul edilen eylemlere iten koşulları ve bu eylemlerin farklı kültürlerde ve tarihsel bağlamlarda nasıl algılandığını ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Ekonomik eşitsizlik, eğitim eksikliği ve işlevsiz sosyal sistemler gibi faktörlerin, ‘kötü’ eylemlerin daha yaygın hale gelebileceği ortamları teşvik etmedeki rolleri analiz edilmiştir. Bu çalışmaların sonuçları arasında, kötülük eylemlerinin genellikle kişisel, sosyal ve durumsal faktörlerin bir araya gelmesi olduğu vurgulamaktadır. Önemli bulgulardan biri de kötülüğün yalnızca içsel kötü niyetten kaynaklanmadığı, aynı zamanda sıklıkla Sistemik başarısızlıkların ve toplumsal baskıların bir ürünü olduğudur. Fransız sosyolog Émile Durkheim, suçun anormal bir toplum düzeni için normal olduğunu ifade eder. Dolayısıyla da toplumsal kötülük, Durkheim’a göre normaldir. Her toplumda kötülüğün ve suçun ortaya çıkması da Fransız sosyoloğun tezini kanıtlar. Tıpkı Freud’un her ruhta bir miktar delilik bulunduğunu ileri sürmesi gibi aslında her toplumda da bir miktar kötülük vardır ve bu artık normal olmuştur.
Kimse isteyerek kötülük yapmaz.
Sokrates
Kötülüğün Sokrates’e göre ise iki nedeni vardır ve var olan tüm kötülükler yalnızca bu iki sebepten kaynaklanmaktadır. Bunlar zihinsel sorun ve cehalettir. Cehalet, bu noktada iyilik bilgisinin eksikliği olarak da kabul edilebilir. Sokrates’e göre, bireyler gerçekten iyi olanın ne olduğunu bilmedikleri için kötü eylemlerde bulunurlar. Bu cehalet onları sahte iyiliklerin peşinden gitmeye, bunları gerçek mutluluk ve erdemle karıştırmaya yönlendirir. Bu sebeple de cahil bir toplum kötülüğün olduğu bir toplum olarak görülebilir. Kötülüğün kendini gösterdiği her yerde de doğal olarak cehalet vardır. Kötülüğün üstesinden gelmenin yolu bilgi arayışında ve sorgulamada yatar. Bireyler diyalog kurarak ve felsefe yaparak iyiliğin gerçek doğasını anlayabilir. Eğitimsiz her insan, her toplumda kötü olmaya mahkumdur. Tıpkı Şükrü Erbaş’ın şiirinde de anlatmaya çalıştığı gibi.
Kapak Fotoğrafı: Tarlada Çalışan Kadınlar – Nuri İyem